NATO'nun politik genetiği
(Venedik) Kurumların tıpkı insanlar gibi davranışlarını belirleyen kurallar olduğu gibi bundan önce davranışlara yön veren ve karakter kazandıran genetikleri de var. "Kurumların politik genetiği" kurumun "varlık sebebi" ile birlikte oluşuyor. Zaman içinde varlık sebebi çeşitli olaylarda yeni derinlikler kazanıyor ve böylece bir yandan politik genetik kurallara yön verirken, öte yandan kurallar o politik genetiği daha da güçlendiren bir misyon üretiyorlar. Örneğin geçen yüzyılda özellikle siyasi partiler düzeyinde bu duruma çok sık rastladık. Soğuk savaş döneminde ortaya çıkmış partiler, bu dönemin bitmesiyle ciddi bir kimlik erozyonuna ve işlev kaybına uğradılar. Soğuk savaş döneminde doğmuş ya da gelişmiş sol partiler, olan biteni sadece sınıf temelli yaklaşımlarla açıklarken, Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla tüm sembolleriyle görünürleşen küreselleşme, liberal değerler, piyasa ekonomisi, iletişim teknolojisi, yeni sermaye türleri, yeni toplum dinamiklere bağlı toplumsal gruplar, yeni toplumsal talepler ve siyasal temsil biçimleri, ulus-devlet'in yeni anlamı, yeni siyasal egemenlik yaklaşımları ve demokrasinin girdiği yeni aşama konusunda "gerici" bir pozisyona düştüler. Çünkü bu partilerin politik genetikleri komvansiyonel temelde ayrışmış bir dünyanın içinde sermayeye karşı işçi sınıfı temelinde "statik" politikalar üretmek üzere şekillenmişti. "Varlık sebebi" ile "yeni varlık biçimleri" arasındaki kaçınılmaz krizdi bu. Benzer krizi sağ partilerin yaşaması ise daha kaçınılmaz ve daha sarsıcı oldu. Sağ siyaset, gelenek, muhafazakarlık, toplumsal istikrar ve süreklilik gibi yaslandığı sabitler ile dünyanın "yeni halleri" arasındaki krizde çok ciddi bir savrulma yaşadı. İnsan hakları, hukuk devleti, demokratik değişim ve temel hürriyetler gibi artık siyasetin dominantları haline gelmiş olgular karşısında büyük sarsıntı geçirdi. Sağ siyaset önce bu durumu neo-liberal siyasetlere ve "mutlaklaştırılmış piyasacılığa" teslim olarak aşmaya çalıştı. Fakat bu "kimlik krizi"ni "kimliksizleşme"ye dönüştürmekten başka işe yaramadı. Bundan sonra ise klasik sağ, "kendi genetiği" ile "dünyanın geleceği" arasında bir yerde eridi gitti. O aşamadan sonra yükselen sağ siyasetler ise kendi politik genetiklerini insan hakları ve demokrasi ekseninde kurdukları oranda var oldular. Ve sağın bilinen değerlerini korumaları ve geliştirmeleri de ancak böyle mümkün olabildi.
*** Bu örnekler "kurumların politik genetiği" ile "yeni gerçekler" arasındaki sancılı ilişkiyi gösteriyor. Bu sancılı ilişkiyi en derin şekilde yaşayan ve bunu dünya çapına yayan kurum ise NATO. Önce, "ABD'yi Avrupa'nın içinde, Sovyetler'i dışında ve Almanya'yı da yerinde tutmak" misyonuyla kurulan bu kurum, ilk günden belli tarafgirliklere mecbur, hedefsiz/düşmansız yaşayamayan ve askeri hedeflerini politik düzenlemelerin enstrümanı kılan bir "politik genetiğe" sahip olarak kuruldu. Rusya'nın Sovyetler Birliği içindeki "verimsiz işletmeler" durumundaki diğer devletleri "özelleştirme"sinden sonra, NATO için tarafgir olduğu blok değişmedi ama hedefe koyduğu unsurlar ve buna bağlı politik misyonu değişti. Sovyet tehdidinin yerini "terör" aldı. Asya'nın yerine dar anlamda İslam dünyası, geniş anlamda Büyük Ortadoğu Coğrafyası yerleşti. Bununla eş zamanlı ortaya çıkan gelişmeler ise "barışı küreselleştirmek" yerine medeniyetler çatışmasını "değerlerarası soğuk savaş"ı tetikliyor. Çünkü çatışma eksenlerinin dünyasında kurulmuş NATO, bu eksenleri kaldıran, "eşitlik temelinde bir güvenlik stratejisi" üretebilecek bir politik genetiğe sahip değil. Bu nedenle "değerlere dayanan bir dünya düzeni" ve "eşitlik temelinde bir güvenlik sistemi" oluşturulmak isteniyorsa, NATO'nun "misyonundan" önce "politik genetiğini" tartışmak gerekir.
|