Türkiyesizliğin aynasında Avrupa
(Paris) Türkiye-AB ilişkileri bağlamında Fransa'nın ortaya çıkan tavrı, Türkiye açısından çok AB'nin geleceği bakımından doğru konumlandırılmalıdır. Öncelikle hem Fransa'nın hem Almanya'nın Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde bazen beraber, bazen de tek tek ortaya çıkan çeşitli rezervleri bir entegrasyon projesi olan AB içinde dar ulus-devlet reflekslerinin hala ne kadar diri olduğunu göstermektedir. Hem Fransa, hem de Almanya, Türkiye'nin AB ile ilişkilerine dönük olarak tüm süreç boyunca çeşitli ek stratejiler ortaya koydular. Bu, AB'nin birbiriyle eşit devletlerin entegrasyonunu içeren bir siyasi model olmaktan çok, Fransa-Almanya hattının güç kazanma stratejisinin ürünü olduğunu iddia edenlerin tezlerini güçlendirmektedir. Nitekim, çeşitli olaylarla ortaya çıkan krizler karşısında Fransa-Almanya hattının diğer AB ülkelerini "sürükleyici" tutumuna dönük rahatsızlıklar bizzat AB içindeki ülkeler tarafından dile getirilmektedir. Bu noktada "siyaset felsefesi" açısından sorulması gereken soru şudur: AB bir siyasi entegrasyon modeli midir, yoksa yeryüzündeki en hantal ulus-devlet midir? Birincisi ile ikincisi arasındaki fark çok büyüktür. Birincisi, Avrupa sınırları içindeki sorunların aşılmasına ve bunun küresel bir model olmasına dönük "katılımcı", "eşitlikçi" ve "dinamik" bir modeli ortaya koyarken, ikincisi bu haliyle bile Avrupa'yı uzun müddet taşıyamayacak "hantal", "tepeden inmeci" ve "tarihin bu aşamasında donup kalmaya mahkum bir statü"yü ifade eder. Bu noktada, Türkiye'nin müzakerelere başlayıp başlamaması konusunda verilecek karar, Türkiye'den çok, AB'nin kendi geleceği ile ilgili ulaşacağı "stratejik" bir karara karşılık gelecektir... Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde Fransa'da ortaya çıkan tartışmalarda görünürleşen pürüzlerin, diğer tüm Avrupa ülkelerinin tutumundan "öte" bir yeri olacaktır. Bu sadece Türkiye'nin Fransa ile olan ilişkilerinin AB'den çok daha eski olmasıyla sınırlı değildir. Fransa tarihiyle Türkiye'nin tarihi arasındaki etkileşimlerin büyüklüğü de bu konuyu açıklamaya yetmez... Fransa, Fransız Devrimi'nden bu yana "evrensel" değerleri temsil bakımından çarpıcı bir misyon üretmiştir. Dünya üzerindeki pek çok küresel krizde, Fransa, kaba güç karşısında siyasi değerlerin belirleyici olmasını savunanların başında gelmiştir ya da böyle bir cephenin içinde yer almıştır. Bu bakımlardan Fransa'nın AB içinde değerlerin yerleşmesine ve derinleşmesine dönük tutumunu küresel düzeye taşımasını beklemek doğal olmalıdır. Türkiye'nin AB süreci karşısında ise Fransa beklenen vurgulu tavrını ortaya koymakta çekimser görünmektedir. Bu da Fransa'nın kendi kendisiyle karşı karşıya gelmesi demektir. Bu tablo içinde Türkiye açısından değişen bir şey yoktur. Türkiye bugüne nasıl geldiyse, geleceğe de öyle ilerler. Üstelik "siyasi istikrar", "reform süreci", "ekonomik gelişme" ve "demokratikleşme" gibi güçleri bünyesinin bir parçası kılmıştır. Buna karşılık Türkiye ile dinamik bir işbirliği ve müzakere sürecini tam olarak, tüm boyutlarıyla ve alabildiğine derin bir şekilde başlatamamış bir Avrupa, küresel güç iddiasına sahip olamayan ve siyasi değerleri küresel alana yayma konusunda manevra sahasını yitirmiş bir odak olmaya sıkışacaktır. Eğer AB, siyasi değerlere dayanan yapısını medeniyetler, dinler ve kıtalararası bir konuma taşımak ve küresel güç olma iddiasının gerektirdiği "Doğu derinliği"ne ulaşmak istiyorsa, Türkiye bu denklemin "olmazsa olmaz"ıdır. Aksi bir görüntüye yol açanlar, dünyanın kötü gidişatına katkı yapmanın sorumluluğunu üstlenmiş olurlar. Ve bir Fransız politikacının dediği gibi, "Fransa, böylesi kötü bir tablonun insanlık önünde ödenecek bedelinin niye baş sorumlusu olsun ki?" "Türkiyesizliğin aynasında görünen Avrupa", Fransız Devrimi'nin, Aydınlanma'nın, modernleşmenin ve siyasi değerlere dayanan küresel bir güç olmanın kazanımlarını tarihin bu aşamasında donduran bir hantallığın adresi olacaktır.
|