"Yanlış Anla(t)ma"
Son elli yılın en talihsiz "yanlış anlamalarından" biri, 1990 Ağustos'unda, Saddam Hüseyin'in Irak'ı işgal etmeden bir hafta önce, dönemin ABD büyükelçisi April Gillespie ile yaptığı görüşmedir. Saddam, Amerikalı diplomata Kuveyt'le olan itilafını anlatarak üstü kapalı bir dille sabrının taşıdığını söyler. Iraklının niyetini tam olarak anlamayan Amerikalı bayan, "ABD Arap iç işlerine karışmaz" der. Saddam bunu yeşil ışık olarak yorumlar. Tarık Aziz, aksini söylemeye cesaret edemez. Ve Irak tankları, tarihi bir hatayla 2 Ağustos'da Kuveyt'i işgal eder Son zina tartışmasında da benzer bir yanlış anlama krizin tırmanmasına neden olmuş olabilir mi? Pekala evet ve bir suçlu arayanlar AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Günther Verheugen'in iki hafta önceki Ankara gezisine dönmeli. Basın önünde zina konusuna değinmemeye özen gösteren AB temsilcisi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan'la da ayrı ayrı görüştü. Verheugen, oldukça diplomatik bir üslup kullanmış toplantıda. İlginçtir ki, görüşmelerden sonra iki lider de Avrupa'nın zinanın TCK'ya eklenmesine "kesinkes karşı" olduğu izlenimiyle ayrılmamış. Verheugen kapalı kapılar ardında fazla mı diplomatik davrandı? Bugün zina yasasının geçmesi durumunda "Bunu Komisyon'da kimse açıklayamaz. Türkiye karşıtlarının eli güçlendi" diyen Avrupalılar, iki hafta önce devreye girselerdi, mesele bu noktaya gelir miydi? Bu soruların cevaplarını bilemeyiz. Ama bir diğer "diplomatik üslüp" sorunu da kuşkusuz kabinede yaşanıyor. Yavuz Donat bugünkü köşesinde, bazı kabine üyelerinin zina konusundaki düşüncelerini Başbakan'a tüm netliğiyle anlatmadıklarına parmak basıyor. Gerçekten de Verheugen'in ziyaret ettiği gün yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, zinanın ceza kapsamına girmesi konusunda tam destek gelmişti. Oysa bakanların bazılarının böyle düşünmediğini biliyoruz. Son günlerde Avrupa'yla krizi aşmak için uğraşan Cemil Çiçek ve Abdullah Gül dışında Başbakan'a yeterince samimi davranmayan bakanların aklından ne geçiyor? Krizin en ilginç yanı, Türkiye'de zaten bir noktada yaşanması gereken "AB tartışması"nı erken fitillemiş olması. Erdoğan dün AKP'lilere yaptığı konuşmada "AB içişlerimize, parlamentomuza karışmasın" mesajı verdikten sonra "Biz Türküz, kendi kararımızı kendimiz veririz" dedi. Erdoğan bir çok açıdan haklı, ama sözleri Brüksel'de hakim ideolojiye ters. Birlik, çıkış felsefesi itibariyle ulusal egemenlik yerine Brüksel merkezli bir "medeniyet projesi" yaratmayı amaçlıyor. AB, içişlerine ve hatta zaman zaman dışişlerine bile karışabiliyor. Avusturya'da aşırı sağ eğilimli Joerg Haider seçilince AB Haider'i koltuğundan eden bir izolasyon yarattı. Şu anda hazırlanan AB anayasası taslağı, çalışma koşullarından çocuk haklarına kadar kamusal alandaki bir çok hükmü Brüksel'de hazırlanan kurallar çerçevesinde belirlemeyi amaçlıyor. Ne sınırötesi operasyon ne de açıkta kokoreç satmak kolay değil. Avrupalı bir diplomata göre "Türkiye'nin tarih aldığında, ertesi gün yüzlerce AB bürokratı Ankara'ya inip "Açın bakalım kanunlarınızı. Şu olur, bu olmaz' diyecek.". Kısacası girmeye çalıştığımız medeniyet projesi, "ulusal egemenlik" değil "ortak değerler" üzerine kurulu bir düzeni önemsiyor. Başbakan'ın yakın çevresinden biri "Hollanda'da da uyuşturucu serbest. Neden kimse onlara laf etmiyor da zina yasasına bu kadar itiraz var?" diyor. Doğru, ortada bir çelişki var. Ama bunun nedeni AB'nin bir "ortak değerler projesi" ya da "Batı medeniyeti projesi" oluşu. Bizler Türkiye'de şu ya da bu nedenle bunun dışında kalmayı seçebiliriz. Ama ne seçtiğimizi bilerek.
|