|
 |
 |
 |
|
|
Eylülle gelen
Ne güzel aydır Eylül ve ne de çok vukuatı vardır. Daha doğrusu ne kadar çok iz bırakan vaka Eylül ayında yaşanmıştır. Dün 11 Eylül saldırısının ve Allende'nin hunharca öldürülmesi nedeniyle tüm askeri darbelerin simgesi sayılan Şili darbesinin yıldönümüydü. Bugünse Türkiye'ye uzun vadede küçümsenmeyecek bedeller ödeten 12 Eylül darbesinin yıldönümü. Dünyada muhasebesi yapılmamış, sicili toplumca irdelenmemiş az sayıda darbeden biri. Dün Radikal gazetesinde Murat Çelikkan'ın Nokta dergisine atfen yazdığına bakılırsa o dönemde yaşamayanların artık hatırlamadığı bir olay. Türkiye toplumsal belleği hayli zayıf bir ülke. Bunun nedenlerinden birisi okuma merakı eksikliğiyse bir diğeri de bu belleği yaşatacak mekanizma ve şahsiyetlerin yokluğu herhalde. Ya da Murat Belge'nin 12 Yıl Sonra 12 Eylül kitabında yazdığı gibi, toplumun suskunluğuyla bir şekilde suç ortağı olduğu bir dönemi hatırlamak istememesi. Belki de 12 Eylül öncesinde toplumun ve siyasetin kendi sorumsuzluklarının neden olduğu dehşet ortamından utanmasıdır hatırlamamaya yol açan dürtü. Kaldı ki bu ülkeden bir Ariel Dorfman ya da Jacobo Timmerman da çıkmamıştır. Dramdaki duruluk Siyasetçiler de meseleyi pek kurcalamamıştır aslında. Süleyman Demirel de mutlaka bu nedenle Kenan Evren'e "Biz kimden hesap sorduk ki" diyebilmiştir. Yıllarca mazlum olduğunu söyledikten sonra tabii. Bellek bu kadar zayıf, hesap sorması gerekenler niyetsiz ya da kusurlu olunca, toplumun çoğunluğunun bir sözcü diye benimseyeceği biri de çıkmayınca tarihi değerlendirmek de mümkün olmuyor. Fahrenheit 9/11 filminin gücü de biraz buradan geliyor. "Tüm bunlar rüya mıydı?" sorusuyla başlayan hikaye, şaibeli bir seçimin pısırıklık ve kasıt dolu öyküsünü hatırlatıp, 11 Eylül saldırılarının görüntülerini hiç vermeden tarihin ilk kaydını yapıyor. Bir siyasi projenin röntgenini çekiyor, bir toplumun anatomisini çiziyor. Bunları yapıyor ki belleksizlik ve gücün etkisiyle yalanlarla anlatılan bir hikaye ileride gerçekmiş diye kabullenilmesin. Michael Moore'un filmini etkili kılan şey çamur at izi kalsın kabilinden numaralarla geçiştirdiği bölümler değil. Zaten Moore'un dengeli yahut adil olmak gibi bir derdi yok. Heyecanlı ve öfkelendirici bir öyküyü sakin bir şekilde ve görüntülerin gücüyle anlatması filmin asıl gücü. Yaşanan şiddet ve sıradan bir ABD'li kadının dramındaki duruluk insanın içine işliyor. Artık posası çıkmış bir zamanların sanayi şehirlerindeki yoksulluk ve buralarda yaşayanların askere yazılmaktan başka çıkışlarının kalmadığının anlatıldığı bölümler çarpıcı. Hele Başkan Bush'un imtiyazın içine doğmuş olmanın safdil küstahlığıyla dile getirdiği görüşlerle karşılaştırılınca daha da etkili oluyor. Bu açıdan bakınca film ABD'nin iç politikasındaki değişime odaklanıyor gibi. Daha önceki filmi Benim Cici Silahım'da da ön plana çıkan bir tema bu filmin de odaklarından biri. Amerikan toplumu sürekli korkutularak hizaya getirilen ve iradesini yöneticilerine teslim eden bir toplum. Özgür insanların vatanı olmakla övünüp özgürlüklerinin vadedilen tehlikeler karşısında kırpılmasına direnmiyor. Tıpkı Soğuk Savaş'ın McCarthy dönemindeki gibi. Bu korkuyu da kullanarak Bush, Amerika içinde baskıcı, özgürlükleri kısıtlayan, dinci bir muhafazakarlığın değerlerini dayatmaya çalışan ve refah devletini iflas ettiren bir düzeni kuruyor. Abraham Lincoln'ün demokrasi tanımı değişip, zenginlerin zenginler için zenginler tarafından yönetilmesine dönüşüyor. Dışpolitikadaki fütursuzluğu kadar bu nedenlerle de Bush'un seçilmemesi dünya için hayırlı olacaktır.
|
|
 |
|
|
|
|
|
 |
|