Meşru mücadele ve terör
Bir davayı savunanların, bu davayı belli bir hedefe doğru nasıl götürdükleri, çoğu zaman davanın kendisinden bile önemli hale gelebiliyor. Bu nedenle bir dava ile özdeşleşmiş şahısların ya da mücadelelerin zaman içinde davanın kendisinden daha çok öne çıkması veya davanın yerine "ikame" olması tehlikesi söz konusudur. Böyle olunca dava bir "meslek", mücadele de bir tür "mesleki faaliyet" haline gelebiliyor kolayca. Bu da zorluklar içinde yaşayan insanların geleceğinin kararmasına yol açıyor... Kuşkusuz bir davayı hakkıyla savunmasına rağmen "amacını unutmadan" sonuçlandırabilen insanlar da var. Bir davayı körü körüne savunmaktansa, amaca en yakın noktada, kendi halkının geleceğini düşünerek, kendini aşabilen insanlar bunlar. Çeşitli uluslararası sorunların iç matematiğine daha derinlemesine girince, geçmişte atılmış bazı adımların büyüklüğü daha da belirginleşiyor zihnimde.. Geçen yüzyılda bunların başında bizim Kurtuluş mücadelemiz geliyor kuşkusuz. Bütün ezilen halklara "model" olmuş bir mücadele. Bunun bugünkü "ezilen" halkların mücadelesi ile kıyaslanması doğru olmadığı için, güncel konumuz etrafındaki tartışmalar temelinde ayrıntılarına girmeyeceğim. Çünkü bizim kurtuluş mücadelemizin çeşitli "ezilen" halkların mücadelesiyle mukayese edilmesinde temel bir yanlışlık var. Bizim mücadelemiz "ezilen" bir halkın mücadelesi değil, "saldırıya uğramış" bir halkın mücadelesidir. Aradaki fark büyüktür. Çeçen davasıyla benzerlik gösteren mücadeleler içinde en öne çıkan mücadele adamı olarak Ali İzzetbegoviç geliyor bana göre. İmkansızlıklarla dolu bir davayı, uluslararası ortamı, kendi siyasi hareketinin imkanlarını ve her zaman halkının iyiliğini dikkate alarak sonuca ulaştırdı. Altına imza attığı anlaşmanın, içine tam sinmediğini açıkça söylerdi, fakat o şartlarda halkı için daha iyisini elde etme imkanı olmadığından, kendini aşarak, halkını sahile çıkardı. Daha gerilere gidince Gandhi, haklı olmak ile haklılığı anlatmak ve hak arayışı ile haksız duruma düşmemek arasındaki çizgileri berrak bir zihinle görerek mücadele etti. Ve çektiği tüm acılara rağmen şunu söyleyebildi: "Bence vatanseverlik insanlıkla birleşir. İnsan ve İnsancıl olduğum için vatanımı severim. Emperyalizmin benim hayat planımda yeri yoktur. İnsanlığı az seven vatanını da az sever."
*** İsmi geçen bu mücadele adamları için esas olan, halklarının özgürlüğü ve refahıydı. Buna ulaşmaya çalışırken, en haklı oldukları noktada haksız duruma düşecek ya da halklarının özgürlük arayışını gölgeleyecek bir adım atmamaya özen gösterdiler. Ve böylece, davaların halkların geleceği için olduğunu, halkların davaların birer nesnesi olmadığını ispat ettiler. Bugün ise dünyanın pek çok yerinde bunun tam tersi süreçler işliyor. Kendi şahsi pozisyonlarını davalarından daha önemli gören dava adamları ve bazı mücadele yöntemlerini halklarının geleceğinden daha öncelikli sayma fanatizmi egemen pek çok yere. Bu nedenle bir davanın en çok ihtiyaç duyduğu kuvvet olan "politik akıl", buralarda sonsuz bir tatile çıkmıştır. "Meşru dava"yı savunmakla "terör" arasına çizgi koyamayan, haklı olmayı her türlü mücadele yöntemine başvurmanın gerekçesi sayan, uğradığı zulmü göstererek kendisinin zalimce yöntemlere başvurmasını haklılaştırmaya çalışan bir politik akıl yoksunluğu, en çok uğruna mücadele edildiği söylenen halklara zarar veriyor. Halklarının özgürlüğü için mücadele eden gerçek dava adamlarının "siyasi pusula"sı, "meşru dava" ile "terör" arasına çizgi çekmek olmalıdır. Bir halkın haklı davasının savunulması, fiziki kuvvetten önce "politik akıl"a ihtiyaç duyar. Ondan önce ise çok daha büyük bir şeye yaslanması gerekir; onu da Gandhi'nin kelimeleriyle söyleyelim: "İnsanlık onuru daha üstün bir yasa ister: Ruh gücü."
|