|
|
|
|
|
Dikkat, mutfakta turistler var
|
|
Şimdi bütün dünyada yeni ve çok gözde bir turizm sahası var. Gastronomi. Yani yiyecek ve içecek meraklılarının yeni şeyler öğrenmek, lezzet ve tatlar keşfetmek için yaptıkları seyahatler. Görünen o ki, bu heves Türkiye'de de giderek yükseliyor.
Biz Türklerin gezi maksat ve adetleri nasıl değişti farkında mısınız? Bakın, çok değil 20-25 yıl önce bizim ahali seyahate hangi ulvi amaçla çıkardı? Alışveriş. Yurtdışına çıktığında herkes kendi bütçesi içinde mebzul miktarda alışveriş yapar dönerdi. Allah ne verdiyse almacasına. Almanların popüler kültür diline kattıkları bir sözde de bu sayede başrol kaptık. Duymuş olmalısınız: "Türkenkoffer". "O da ne?" demeyin. İşte Avrupa içlerine akın düzenlemiş vatandaşlarımızın, alışveriş torbalı "sale" sonrası hallerini tasvir eder sıfattır. Ne yapalım, biz de "Bu Batılılar böyledir. Hem bize mal satmak için çift salvo atarlar hem de sonrasında nankörlük ederler" der, çıkarız işin içinden. Öte yandan başta da dedik ya, bir gerçek, seyahat edenler artık eskisi kadar alışverişe gitmiyorlar. "Seyyah" profili çeşitlendi. Şimdi bütün dünyada yeni ve çok gözde bir turizm sahası var. Gastronomi. Yani yiyecek ve içecek meraklılarının yeni şeyler öğrenmek, lezzet ve tatlar keşfetmek için yaptıkları seyahatler. Sık sık tanıdıklarımın, okurların sorularına muhatap olduğumdan biliyorum, bu heves Türkiye'de de giderek yükseliyor. Nitekim bizim Carlo Bernardini tam bir sürpriz yaparak böyle bir işe sıvandı. Carlo'yu hatırlayacaksınız. Four Seasons Oteli'nin eski aşçısı. İstanbul'a yerleşti. Başarılı bir catering işi götürüyor. Şimdi de Türkiye ve İtalya arasında mutfağın başrolde olduğu bir köprü kurmaya talip. Peki nedir bu?
İTALYA TURU İşin özü şu: Üç-dört günlüğüne İtalya'ya gidiyorsunuz. Floransa'ya yürüme mesafesinde küçük bir butik otele. Montartino, 11. Yüzyılda Chianti bölgesinden Floransa'ya yönelen ticaretin gözlendiği bir rasat kulesiymiş. Buradan vadiye inen kervanlar izlenirmiş. 14. Yüzyıl sonuna değin irileşerek bir ev haline dönüşmüş. İstanbul'un fethi ile yaşıt bir yazmada bağ, zeytin ve meyve ağaçlarının ortasındaki evin bir asile ait olduğu kaydolunmuş. Peki ya şimdi? Nasıl idi ise öyle duruyor. Bir de şu var. Geniş araziye özenle serpiştirilmiş fıstık çamları ve selviler büyümüş, peyzajın alameti farikası olmuşlar. Ortadaki evin içini ufak tefek değişikliklerle 10 odalı bir otele çevirmişler. Sıcak ve şirin bir atmosfer. Hakeza servis de öyle. Carlo ve ortağı Elena bu üç günü ince ince planlamışlar. Örneğin, ilk gün erkenden Floransa'ya pazara iniyorsunuz. "Canım sabahın köründe olacak iş mi bu, izci kampına mı düştük?" demeyin sakın. Bunca yıldır çarşı pazar dolaşmaya bayılırım. Ama itiraf edeyim, profesyonel bir aşçı ile alışverişe çıkmanın keyfi bambaşka. Hele Akdeniz havzasında iseniz. Neden? Çünkü insanlar alışverişi de eğlenceli bir hale sokmuş durumdalar.
FLORANSALI PAZARCILAR Porcini satan bir adam. Bu mantarın bu kadar güzelinin tevzii kendi halindeki italyanı da, dünyanın en şirin pazarcısı yapmış. Şiveli İtalyanca ile şiir mani arası bir şey okuyor. Öylesine tutku dolu ki! Çakılıp kalıyorsunuz. Gelsin kahkahalar, alkışlar. Carlo bir baklayı kırıp ikram ediyor. Aman yarabbim! Pazar alışverişleri belki de bütün bu Floransa seferinin en zevkli anları. Artık istikamet mutfak. "Mutfaktaki turistlerin" neredeyse tümü bir amatörün üstünde bilgi ve hevese sahipler. Reçeteler, teknikler havada uçuşuyor. Yemekler eğlenerek hazırlanıyor, eğlenerek yeniliyor. Yemek, şarap, pırıl pırıl Toskana havası, sıcak, hepsi birlikte yaygın bir Akdeniz adetini önümüze bırakıveriyor: Öğle uykusu. Elbette siesta kısa kesiliyor. Neden mi? Herkesin gözü Floransa'da da ondan. Rönesans'ın başkentinde bu günlerde çok gözde bir sergi var. Hazırlanmış büyük prodüksiyonlardan birisi Botticelli Sergisi. Ünlü ressam Sandro Botticelli ve çağdaşı Filippino Lippi'nin tematik resimleri Palazzo Strozzi'de sergileniyor. Aşağıda sarayın irice avlusuna sığmayıp aşağı yola taşmış bir kuyruk. Orası Floransa'nın şıklık caddesi. Bütün modacılar burada. Hemen kıyaslıyorsunuz. Boticelli'nin "bir başka dünyaya aitmiş" gibi duran güzellerindeki "masumiyetle fettanlık arası duruş" nasıl oldu da günümüzün bu "yırtıcı androjen maskesine" dönüştü? Hemen serginin yan tarafındaki meydanda öğrenciler pop-caz müzik yapıyorlar. O kadar tadında, o kadar güzel ki! Meydana bakan Savoy Oteli'nin kahvesine oturuyorsunuz. Yan masada Japon kızlar. Bütün Floransa'yı satın almışlar. Ağızlarını kapatarak gülüyor, sürekli birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. Artık dönüş zamanı. Montartino'ya. Akşam yemeği için giyinip tekrar yola koyulacağız. İlk hedefimiz San Gimignano. Burası "kuleleri" ile şöhret kazanmış bir ortaçağ yerleşmesi. Yanıbaşında bir çiftliğe gidiyoruz. Paggio di Camporbiano. Organik tarım yapıyor. Süt ürünleri de var. Peynirleri, zeytinyağını tadıyoruz. Guardian'ın yemek yazarı Silvena Rowe bunların Londra'da gördüğü özel muameleyi anlatıyor. "Neredeyse yakında parfümeride satacaklar. Fiyatlar artık öyle." Artık akşam yaklaştı. Yola koyuluyoruz. Capezzana Şatosu. Bizi Beatrice Bonacossi ve eşi karşılıyorlar. Eve o kadar güzel bir avludan geçip giriliyor ki! Keşke yemeği şu avluda, açık havada yese idik. Ev sahibi kontesin eşi cana yakın bir mimar. Vadiye hakim teras, dört köşe dev saksılarla çevrilmiş. İri limon ağaçlarındaki çiçekler salındıkça, batan güneşin ışıkları ile karışan baştan çıkartıcı rayiha insanı başka bir zamana atıyor. Binanın tarihini dinliyoruz. Belgeler 804 yılından. Bir yandan da yaptıkları şaraplar tadılıyor. Villa di Capezzana 2001 en iyi şarapları. Yemekten sonra mahzenlere iniliyor. Tekrar avluya çıktığımızda saat gecenin biri. Koşarak otele, yatmaya gidiliyor. Ertesi gün "mutfaktaki turistler" için erken başlayacak!
|
|
|
|
|
|
|
|
|