| |
Bir dikiş makinesi
Eğer sıkılmadıysanız, "yasalar ve yasaların ruhu" konusuna, değişik bir örnekle devam etmek istiyorum. İlgi çekici olayı yıllar önce bizzat yaşadım. İzmir, 9 Eylül Hukuk Fakültesi'nde öğrenciydim. Bir yandan da bir avukatın yanında "staj misali" asistanlık yapıyordum. Bir takip dosyamız vardı. Borçlu şahıs, bir buzdolabı satın almış fakat borcunu zamamında ödeyememişti. Diğer taksitler de muacceliyet kazandığından, icra takibi yaptık, icra emrini çıkardık ve adrese yollandık. İcra memuru ile birlikte, İzmir'in yoksulluktan kırılan semtlerinden birine gittik. Bahçe kapısını çaldık, pejmürde kıyafetler içinde genç, zayıf bir kadın açtı kapıyı... Eteklerine tutunmuş iki küçük yavru ile... Bahçeden, evden başka herşeye benzeyen yapıya doğru yürüdük. Kadın korkuyla bizi izliyordu. Kapısına "devlet" dayanmıştı. Herşey olabilirdi, o kadın işte şimdi çok güçsüzdü.
Singer dikiş makinesi Kadına, "borçlu" görünen kocasının mesleğini, işini sordum. İşsizdi. Buzdolabı nerede, dedim. Kadın buzdolabı falan görmemişti hiç. Belli ki, satın alındıktan sonra "ikinci el" piyasasında nakte çevrilmişti. Kadının bu operasyondan haberi yoktu. Kadın gururla susuyordu ama kocasının kumarbaz ve ayyaş olma ihtimali yüksekti. İçeri girdik. Nemli toprak zemin birkaç yırtık kilimle kaplıydı. Çocukların minik ayakları çıplaktı. Odada bir divan, divanda birkaç parça, yorgan ve yastık duruyordu. Girişteki beton bir bankonun üzerinde, çeşme kenarında birkaç kap kacak vardı. Odanın bir köşesinde ise, üstü örtülü Singer dikiş makinesi seçiliyordu. İcra memuru, yılların alışkanlığı ile dikiş makinesine yöneldi. Evde "kaldırılacak" başka bir şey yoktu. Memur işini yapıyordu. Nihayet 40-50 bin liralık bir alacak için, dikiş makinesi haczedilecek ve bir miktar tahsilat yapılacaktı. Genç kadına, "Bu makine ile ne yapıyorsun?" diye sordum. Dudakları titreyerek, "Konu komşuya birşeyler dikerek, çocuklarıma ekmek süt alıyorum" dedi. Beynim döndü. İhtimal ki, soysuz kocası, kadının bu suretle kazandığı üç beş kuruşa da el koyuyordu. Yani dikiş makinesini almak, belki kocaya da ceza olacaktı. Ama en büyük ceza kadına ve yavrularına verilmiş olacaktı. İcra memuruna döndüm, "gidiyoruz" dedim. "Bırak o makineyi yerine..." Şaşrdı memur... Büyük olasılıkla, benim gibi bir salaktan, hiçbir zaman avukat olamayacağını dü- şünmüştü. Olmadı da zaten... O gün asla avukatlık yapamayacağıma karar verdim, çok değerli avukatları tenzih ederek söylüyorum.
Şimdi soruyorum Şeklen, (Ki Türk hukuk sistemi, esas olarak şekil hukukudur) o dikiş makinesi alınmalı mıydı, alınmamalı mıydı? Alınmaması, vekilimiz olan yurttaşn hak ve hukukuna saygısızlıktı, yaptığımız vekalet akdine de uymuyordu, kabul... Ama makineyi almak da, o iki yavruyu ve kadını belki de açlığa mahkum etmek olacaktı. Evde, yeni bir işkence ve eziyet ortamı yaratacaktı. Sizin "yasayı uyguladım" dediğiniz her hangi bir noktada, bir hayat sönebilir. Öte yandan, diyelim ki bir dava vekili, böyle bir "cayma lüksü"ne sahiptir. Vicdanını rahatsız eden dava veya takipten çekilebilir. Peki ya hakimler, savcılar ne yapacak? Onların böyle bir lüksü var mı? Ya birçok davadan çekilseler, vaziyet ne olacak? Demek ki yasalarımızı, sadece şeklen değil, ruhen de yorumlamak zorundayız. "Yasalar" ile "insanlar"ın ilişkisinde, "vicdan" nerede duracak? Evet, Yargıç, yasayı uygulamakla yükümlüdür. Ama "kanun koyucu"nun da hayatı bir bütün olarak ele alması gerekmiyor mu? Hukukta, "vicdanın dozu", hekimlikte "ilacın dozu"ndan daha mı önemsizdir!
|