| |
Kebap yemek için İstanbul'a kaçtık!
Seçim vesilesiyle urfa izlenimleri
Doğrusunu isterseniz 'sahaya' çıkma konusunda tecrübeli sayılmam. Çünkü basındaki hayatım başından beri yazı işlerinde yani masa başında geçti. Sabah yazarları arasında kentler bölüşülürken hiç tereddütsüz Şanlıurfa'yı seçtim. Ömer Lütfi Mete olayın siyasi boyutu ele alacak, ben de naçizane izlenimlerimi size sunacaktım. Hemen hazırlık yaptık: Azer Bortaçina'nın 'Güneydoğu Anadolu' adlı gezi kitabı raftan indirildi. Urfalı arkadaşlardan 'yapılacaklar listesi' alındı. Kebap ve isot diyarına doğru yola çıkıldı.
*** Daha önce yazmıştım: Siyasetin yerel boyutundan hoşlanmam. Çünkü, özellikle küçük kentlerde; ideoloji, program, vizyon falan yoktur. Vatandaş 'adayım seçilsin, bana avanta dağıtsın' derdindedir. Ama siyasetin kaldırdığı tozdan kaçılmıyor! CHP'liler bizim uçaktan inen milletvekillerini davulla karşılayıp kente kadar konvoyla izlediler. Hava sıcak olduğu için bizim taksinin camları açıktı; neticede epey toz yuttuk. Bu toz durumu hiç bitmedi. İki gün kaldığımız Hotel Edessa'dan çıkıp dolaşıp geri döndüğümüzde her tarafımız toz içinde kalıyordu.
*** Neyse... Hemen kendimizi Balıklı Göl'e attık. İlköğretim çağındaki oğlanlar adım başı yanımıza gelip 'Abi buranın tarihini size anlatayım mı' dedi. Bunlar eskiden boyacılık, dilencilik yapan ya da boş gezen çocuklardı. Emniyet Müdürü Kutlay Çelik güzel bir projeyle, kurs filan vererek, İngilizce öğreterek onları 'gönüllü rehber' haline getirmişti. Ağzı iyi laf yapan Salih Uslu'nun iri yeşil gözlerine hayır diyemedik. Rehberimiz olur olmaz makineli tüfek gibi anlatmaya başladı. Halbuki bunların hepsini zaten kitaplardan okumuştuk. Biz asıl onunla ilgileniyorduk: Babası duvar ustasıymış. Ancak bel fıtığı nedeniyle artık çalışamıyormuş. Salih bizi çevrede dolaştırdı. Çarşı pazar gezdik. Ünlü bir kebapçıda hep birlikte karnımızı doyurduk. Salih'e oranın standartlarına göre iyi bir bahşiş verdiğimi ertesi sabah anladım. Otelden çıktık ki... Adamım karşıma dikiliverdi. Üstelik bahşisi ikiye katlamak için dayısının oğlu Cumali'yi (14) de getirmişti. Cumali daha tecrübeliydi: Fotoğraf makinemizi alıp Zevcenur hanımla benim karşıma geçtiğinde, "Çekiyoruuum... Hadi gülümseyin... Çiiizzz" diyordu. Biliyorsunuz 'cheese' (çiiiz) İngilizce 'peynir' demek. Fotoğraf çekilirken 'cheese' derseniz, güleceğiniz yoksa dahi gülümsüyormuş gibi çıkarsınız! Bizim oğlanlar gerçekten alemdi. Devlet Konukevi'nde (Mustafa Hacıkamiloğlu Konağı) çay içeceğiz. "Günde ikiden fazla çay sağlığa zararlıdır" demezler mi! Eee? Efendim kuşburnu içeceklermiş. Öyle de yaptılar!
*** Urfa hakkında geçtiğimiz günlerde de yazdığım için birkaç noktaya kısa kısa değinelim: * Urfa'nın krokisi internetteki 'www.sanliurfa.gov.tr' adresinde. Ama sitede bir bozukluk var: Ayn Zeliha gölü, tarihi çarşı ve çevresi gibi kentin hayati bölümü bir türlü açılmıyor, gözükmüyor. Haritayı sadece Balıklı Göl'deki turizm bürosunda bulabiliyorsunuz. * Hem benim, hem de Urfa'da kalan arkadaşlarımın izlenimi aynı: Otellerin yıldızlarını birer tane düşürün. Mesela 4 yıldızlı deniyorsa, siz onu 3 kabul edin. * Biz gazetede bir ara 'Kebapla rakı içilir mi, içilmez mi' diye tartışmıştık. Urfa'da 'içilmez' diye karar verilmiş. İçki yok! Avrupa Birliği'nin desteklediği bir proje kapsamında Urfa'da bulunan mimar arkadaşım Burak Boysan sayesinde Ticaret Odası Lokali'nde rakı içebildik. Lokalin asansörüne binerken bir yazı gözümüze çarptı: "Silahla girilmez."
*** Şimdi gelelim yazımızın başlığına... Ne gezi rehberleri burada doyasıya kebap yememizi sağlayabildi, ne de dostların tavsiye listeleri... Belki de bizim beceriksizliğimiz; bilemiyorum ama 'çok iyidir' denilen lokantalara gittik. Hep bir eksik vardı: Birinin kebabı iyi, lahmacunu sıradandı... Diğerinin servisi kötüydü... Berikinin kebabı ağzımızda saatlerce nahoş bir tat bıraktı... Birinde 'şıllık', ikincisinde 'ağzı büzük' yoktu. Özetle uçağa bindiğimizde büyük bir kebap özlemi sadece midemizi değil, benliğimizi kaplamıştı. 'Tahir'e söyleyelim, bize kebap yedirsin' dedik! Tahir dediğim Tahir Özyurtseven. Milliyet'in yazı işleri müdürlerinden. Has Antepli! Döndük ve kendimizi Tahir'in ellerine teslim ettik. Pazartesi gecesi bizi Mabeyin'e götürdü. Mabeyin, Çamlıca'dan (Kısıklı) Boğaz Köprüsü'ne doğru inerken sağda. Neler mi yedik: Süzme yoğurt, çerkeztavuğu, gavurdağı, çiğköfte, lahmacun, haşlama içli köfte, humus, yuvarlama, antep dolma, soğanlı kebap, oruk kebabı, fıstıklı kebap. Gözümüz dönmüştü. Öyle bir hale geldik ki... Hayatımızda hiç yapmadığımız bir şeyi yaptık: Son kebabı yarım bıraktık. Tatlıya ise elimizi dahi değdirmedik; paketlediler, eve götürdük. Sonuç: Midemiz kaynamadı. Hiçbir ağırlık hissi olmadı. Sabaha karşı dörtte uyanıp baklavadan tattım; nefisti. Canını sevdiğim İstanbul!
Not: Tabii bu özel bir organizasyondu. Mabeyin hakkındaki 'objektif' yargımı daha sonra, 'kendim' gittiğimde vereceğim, yine burada okursunuz. Yarın: Beni niye 'Nurcu' sandılar!
|