|
|
|
|
|
İlklerin adamı ve altın sırları
|
|
İlk boya, ilk bira, ilk uzun ömürlü süt, ilk entegre et, ilk balık, ilk tohum tesisi... İşte Selçuk Yaşar'ın elli yıllık öyküsü.
Ünlü işadamı Selçuk Yaşar, 79 yaşını kutladığı şu günlerde iki derin acı yaşıyor. Bu dizinin hazırlanmasına da, Rus romancı Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" ındaki dramı anımsatan Yaşar Ailesi'ndeki deprem neden oldu. Öyküyü kendi ağzından dinleyeceğiz.
*** Dereye dökülen sütler fabrika kurdurttu
Bornova yolu üzerinde bulunan SEK fabrikasında, köylülerin süt dolu güğümlerini Manda çayına boşalttıklarını gören Selçuk Yaşar, dayanamaz "Neden sütü ziyan ediyorsunuz?" diye sorar. Fabrikanın sınırlı kapasitesi olduğunu, soğuk hava tesisi yokluğundan başka çare kalmadığını anlatırlar. O an Yaşar'ın kafasında uzun ömürlü süt üretecek bir tesis kurma projesi oluşur..
Selçuk Yaşar'ın Sırları
Yaşar Holding olarak siz Türkiye'de tarıma, daha doğrusu hayvancılığa dayalı sanayiye entegre yatırım yapan ilk özel sektör kuruluşusunuz. Etten süte, peynirden, yoğurttan deniz ürünlerine kadar... Bize bu "ilk"lerden birinin öyküsünü anlatır mısınız? Hangisi olsun?
* Pınar Et'e ne dersiniz? Madem konu etten açıldı. Vicdanımı sızlatan konuyla başlayalım: Türkiye'de hayvancılığın adım adım yok edilmesinden... Bakın biz Pınar Et fabrikasını açtığımızda, Türkiye'de 100 milyon küçük ve büyük baş hayvan vardı, şimdi 30 milyona indi. Büyükbaşı 9, küçük başı 20 küsur milyon. Ve biz Pınar Et'i açtığımızda, uçakla Suudi Arabistan'a, Kuveyt'e her hafta bir uçak dolusu et ihraç ediyorduk. 1984 ve 85'te... O tarihte mesela Van'da 100 bin hayvan vardı, şimdi 30 bine indi. O sırada dört ay vadeli beş ay vadeli hayvan alıyorduk Doğu'dan; yani o kadar boldu. Peki şimdi neden hayvancılığımız darbe yedi? Anlatayım... Pınar Et'in kurdelasını kesen rahmetli Turgut Özal, üç ay sonra herhalde sucukçuların ve sosisçilerin kulisleriyle et ithalatını serbest bırakıverdi. Hayvancılığın ölmesinin tarihi başlangıcı odur.
İTHALATA EVET DESEYDİM... * Daha sonra tabii terör nedeniyle meraların kapatılmasının da etkisi oldu. Ama o çok sonraydı. Baş sorumlu sıfır gümrükle et ithalatına izin verilmesi oldu... Sıfır gümrüklü ithalat ne demek biliyor musunuz? Bakın çok iyi hatırlıyorum, biz köylüden kilosu 3 bin liraya et alıyorduk. İthal etin kilosu bin liraya indi. Pınar Et yöneticileri "Biz de köylüden almayalım, ithal edelim" dediler. Ben şiddetle karşı çıktım ve bir sene sonra Pınar Et iflas etti. Tabii kabahat bende. İthalata evet deseydim, bunlar başıma gelmeyecekti. Tesis bir süre kapalı kaldı. Sonra biz Holding'ten 100 milyar daha para koyduk, sermayesini 150 milyar liraya çıkarıp yeniden açtık. Daha doğrusu kurtardık.
*Hazır konu açılmışken, bu ilklerden en ilginç bulduğunuzun öyküsünü sizden dinleyelim. Örneğin Pınar Süt'ün, bir rastlantının çaktığı şimşekle başladığını biliyorum. Hangi olay?
* Bir yaz günü DYO fabrikasına giderken, Bornova'ya dönen kavşağın sağ tarafındaki SEK fabrikasında, köylülerin süt dolu güğümlerini Manda Çayı'na boşalttıklarını görmüşsünüz. Arabanızı durdurup yanlarına gitmiş, neden sütlerini ziyan ettiklerini sormuşsunuz. Onlar da SEK fabrikasının sınırlı kapasitesi olduğunu, soğuk hava tesisi yokluğundan ötürü özellikle yaz aylarında kapasite fazlası alıma yanaşmadığını, o yüzden de fabrikaya ürününü biraz geç getirenlerin geri çevrildiğini, kendilerinin de köyde hiç para etmeyecek sütü götürmektense dereye dökmeyi tercih ettiklerini anlatmışlar. O an sizin kafanızda uzun ömürlü süt üretecek bir tesis kurma, yani Pınar Süt projesi oluşmuş. Devamını da biliyorum. Köylülere daha çok süt veren inekler dağıtmışsınız. Bir-iki yıl sonra köylüler size gelmiş; "İnekler yavruladı, haydi dişilerinden yine süt alacağız, erkeklerini ne yapalım?" diye yakınmışlar. Bu soru da Pınar Et'in kurulmasının fikir babası olmuş. Gelin bize 1960'ların sonunda biracılığa nasıl girdiğinizi anlatın...
BİRA KARABORSAYDI O sıralar İzmir'de yaz aylarında bira neredeyse karaborsa satılıyordu. Bira dediğim, Tekel birası. Hatta fıçılarla getiriliyor, İzmir'deki Tekel fabrikasında şişeye konuluyordu. Açıyorduk. Pof! Ne tadı vardı, ne köpüğü... İdrar gibi görüyordum tabiri caizse. Üstelik bir de bakkala çakkala binbir güçlükle ikiüç şişe ayırtabilirseniz ne mutlu size. O dönemde Danimarkalılalar'la 1954'te boya fabrikası ile kurduğumuz ortaklık ilerlemiş. Ayrıca turizm işine girmişiz. Danimarka'ya gidip gelirken orada biranın ne kadar çok tüketildiğini ve kalitesinin ne kadar yüksek olduğunu gördüm. Danimarkalı ortaklarımız da o sırada dışa bir yatırım yapmak istiyor. Bana döndüler, boya fabrikasından tanıyorlar zaten. Onlardan geldi talep. Ben de biranın hem yavan, hem de karaborsa olduğunu biliyorum. "O tatsız tuzsuz şey karaborsaya düştüğüne göre demek ki yapılırsa talep var" diye düşündüm. Kolları sıvadık, Tuborg'u 69'da açtık.
* Efes Pilsen, ki tam karşınıza fabrikasını kurdu, ne zaman piyasaya girdi? Bir yıl sonra. Tuborg'ta çoğunluk Danimarkalılar'da ama yönetim bizdeydi...
*** "Yalnız gözlerimizle değil, aklımızla da görmeliyiz..." (Selçuk Yaşar'ın özdeyişlerinden)
|
|
|
|
|
|
|
|
|