İstanbul'da kar felaketi!
Çocukluğumuzun en önemli ahlak derslerinden, "iyi huy" öğütlerinden biri, "başkalarını, senden daha kötü durumda olanları düşün" telkiniydi. Bir ucunda "şükretme" aşılayan, diğer ucu ise şimdi moda deyimle "empati" ye uzanan...
Sonrası, "Düşündükten sonra ne yapmalı peki?" sorusuyla size atalet yahut adalet ufku açan bir yol gösterme. Şüphesiz "dini" idi öncelikle. Oruç, namaz, bayramlar, ziyaretler, paylaşımlar, fitre, zekat...
Hepsi sadece "Allah ile kul arasında", kulun buyruklara uyup "kendini kurtarması"na dönük değil, aynı zamanda, "ötekiler"i anlamasına, hissetmesine, onlarla omuz omuza durmasına, lokmasını, hırkasını paylaşmasına açık "insan olma" şartlarıydı. O ufuklarda çeşit çeşit yolculuk akıp gitti. Kimi, bunu inanç bağlamında sürdürdü...
Kimi, inancın bu özünden uzak, ona mesafeli; dinin buyruklarına uyar görünürken o insanlık telkininden kopuk "inanmaya" devam etti. Dayanışmayı politize etti, ayrımcı kıldı, inanç biçiminin bir köşesine derin nefretler, uyanık menfaatler oturtmakta beis görmedi. Kimi, aymazlık, umursamazlık, vurdumduymazlık, rekabet-ihanet-başarı çengeline astı insanlığını.
Kimimiz, "başkalarını düşünmek, hissetmek, paylaşmak, değiştirmek, bir şeyler yapmak" ufkunu farklı, siyasi, ütopik inançlara, öğretilere, eylemlere açtık. Orada, çoğunluk ve yasalar tarafından sert yorumlansalar dahi, "insanlık halleri" o kadar da kolay çöpe atılamayacaklar, "kendini feda etme" boyutuna uçanlar oldu.
Elbette, istismar edenler, dayanışma, paylaşma, adalet duyguları merkezinde kendilerini merkez kılarak buyuran, saldıran ve kıranlar da çıktı.
*** Ne olursa olsun... O ufacık telkinleri, o minik ama hisseden yürekleri, "başkaları"na dair bir vicdanı şu ya da bu biçimde hayatı olgunlaşırken de besleyebilenler... "Her koyun kendi bacağından... Gemisini kurtaran kaptan" diyen, bireyselliği teşvik ederken bireyciliği azdıran, sadece kendi felaketlerine ya da kendi huzuru ile keyfine kilitlenen, dünyayı "ben" merkezinde yorumlayıp ona sadece o merkezden müdahil olanları çoğaltan...
Bir adalet anlayışı, bir siyaset biçimi, bir devlet sistemi, bir inanç yorumu, bir ahlak felsefesi, bir ekonomi düzeni, bir iş örgütlenmesi ile pek uyuşamadı. O huzursuzluk; huysuzluklara, öfkelere, isyanlara, ricatlara, tecritlere... sessiz hanelerden acılı ailelere, yazılara, hücrelere, bedellere, teslimiyetlere yansıyıp durdu.
Kimini yoğurup yamulturken... Kimini korkutup böcekleştirirken... Kimini küstürüp büzüştürürken... Kimini törpüleyip ehlileştirirken... Kimini eğeleyip keskinleştirirken... Kimini nasırlaştırıp katılaştırırken... Kimini dar mevzilere sıkıştırırken binbir hal ve şekilde yansıyıp durdu
*** Bu "süreç" tabii ki salt kendi ömrümüzün meselesi değildi. Tarih de, farklı gündemler, farklı koşullar, farklı insan eylemleri yahut ataletiyle böyle aktı. Ama, ömrümüzün tanıklığı, varlık imkanlarının büyümesi ile yokluk ihtimallerinin de çoğalmasının sertleştiği, içiçe geçtiği dönemlerin bir yenisi olsa da...
Onca iletişime, onca farkındalık potansiyeline rağmen; insanın, "başkalarını düşünme, kendini aşma, dayanışma, paylaşma, kucaklaşma, hissetme, dikkat çekme" niyetinin, "kendi ötesi"ne geçme çabasının ufacık, incecik, göstermelik hale geldiği bir devir. Dünyayı ve insanları genellikle "kendi başımıza gelenler"le anlama ve anlatmaya, tahayyül ile tasavvura odaklandığımız bir devir. "İstanbul'da kar felaketi" de bunu kanıtlamıyor mu!
|