Sis: Anayurdu anıların...
Neredeyse bir hafta oldu, sis İstanbul Boğazı'nı mekan tuttu. Yalnız Boğaz mı, bütün kent sis altında... Gündüz yol kavşaklarında bekliyor karanlığı saran gri bedeniyle, gece bir bulut heybetiyle nöbet tutmakta penceremin önünde... Artık delikanlı çağına adım atmış oğlum Alican ile Kadıköy'den Karaköy'e geçip Beyoğlu'nun bayramını kutlamaya karar vermiştik. İki simit alıp vapurun güvertesine oturacaktık. İki de çay söyleyecektik kasım ayının güneşinde demlenmiş... Simitlerin birini birbirimizle, ikincisini bindiğimiz vapura yoldaş martılarla bölüşecektik... O, bir bayram şekeri niyetine gençliğini anlatacaktı; ben, anılarımın bayram ziyaretlerinden söz edecektim. Ama o da ne? Kadıköy'de her iki iskelenin kepenkleri indirilmiş... Değil Sarayburnu önlerini, Haydarpaşa'nın heybetli siluetini dahi görmenin mümkünü yok... Çünkü sis... İskele önünde iki taksi şoförü Beşiktaş için yolcu arıyor. Hiç olmazsa kapağı Beşiktaş'a atalım. Baktım, yola çıkmaya hazırlanan öndeki sürücü, arkadaşından Beşiktaş'a nasıl gideceğinin tarifini almakta... Yolu bilmiyor zahir... Vazgeçtik çaresiz...
***
İspanyol yazar Miguel de Unamuno'nun "Sis" romanının kahramanı Augusto, büyük bir evde uşağı ve aşçısı ile yaşayan, kimsesiz bir genç adamdır. Tek dostu Victor ile satranç oynamaktan başka hiçbir meşgalesi yoktur. Günlerden bir gün, amaçsızca evinden çıktığında, sisler içinde bir kadının peşine takılacak ve hayatı birden değişecektir. Augusto'nun aşık olacağı kadının peşine düşmesi misali, anılarımın ardına düşerek geçmişte yaşanan "sis"li günlerin izini sürmeye başladım ben de... O yıllar yalnız "basın" değil, yayınevleri de Cağaloğlu'nda... Mesela Remzi Kitabevi, henüz süpermarketlere taşınmamış; Yaşar Nabi, Varlık Yayınevi'nin Cağaloğlu yokuşuna bakan penceresi önünde oturmakta... Rauf Mutluay Gerçek Yayınevi'nde Fethi Naci ile buluşmaya giderken Vilayet'in önünde Karacan Yayınları'nda çalışan Yusuf Atılgan ile yüz yüze geliyor.
Ama "sis", Sarayburnu cihetini mekan tutmuş ise işte o zaman Kadıköy iskelesi önü bir edebiyatçı- gazeteci mahşerine dönerdi. O yılların sisi, şimdiki gibi beş-altı gün kalıcı değil. Sabah, ziyaret ettiği İstanbul Boğazı'nı bir-iki saat sonra terk ederdi çünkü... Peki, zaman nasıl geçecek? Kadıköy'de postane ile şimdinin Migros'unun arası bir meyhaneler yurdu: Olimpiyat 2, Münih, Hatay ve tabii pasaj... Cemal Süreya, ki her zaman Kadıköy iskelesine en yakın bir evde ikamet etmektedir, ilk teklif ondan mı gelirdi, yoksa Yusuf Atılgan'dan mı? "İki tek atalım, birazdan dağılır sis..." Ve bir gece önce Hatay'da yarım bırakılmış muhabbet, bu kez Olimpiyat'ta tamamlanırdı. Olimpiyat'ta tadına ertelenmiş bir meze Hatay'da masaya davet edilirdi. Sis, Marmara'nın ufkunda anayurduna çekilinceye kadar...
***
Genç yaşta ölen Alman yazar Wolfgang Borchert, "Sesler Havada, Gecede" hikayesinde sisler altında bir kenti anlatırken kahramanlarından birini şöyle konuşturur: "Bütün kalpler dolu çünkü. Ağzına kadar dolu. Oysa yalnızca kalplerde kalabilir ölüler." Kadıköy'de, Beşiktaş iskelesi önünde durup kalbimi dinledim ben de, kalbimde kalan o günlerin hüzün ve sevinçlerini... O günler de kimi arkadaş ve birlikte olduğumuz mekanlar niyetine yalnızca kalpte kalan birer ölü değiller miydi? Sis yolları kesmişti; oysa anıların yolunu kesmek ne mümkün... Alican ile Beyoğlu'na çıkamadık, ama yol da yolculuk da bir "anı"dan başka ne olabilirdi? Çünkü anılar yaşıyordu, yaşayacaktı da kalplerde kalan hüzün ve sevinçler misali... Sis, anayurdu idi anıların çünkü...
|