Avrupa Birliği hedefini aydınlar, "olmazsa olmaz" bir "devrim", halk bir "kurtuluş kapısı", statükocular ise "varlıklarının sonu" olarak görüyorlar.
AB vizyonunun "genel kabul" görmüş olmasından dolayı da, hiçbir statükocu çıkıp, "Biz AB mabe istemiyoruz. Bize ne demokrasiden, kişi hak ve özgürlüklerinden" diyemiyor.
Tuncer Kılınç Paşa, Erol Manisalı beyfendinin nevi şahsına münhasır görüşlerine iştirak edeyim dedi de, anasından emdiği burnundan getirildi.
Hakkını yemeyelim, açıkça "AB emperyalizmi ülkemizi yemeye hazırlanıyor" diyen Doğu Perinçek'i unutmayalım.
Bu statükoya ve statükoculara yiğitçe sahip çıkıyor!
Kendince bunu bir "siyasi manivela" da görüyor olabilir.
Duvar'ın yıkılmasıyla bir anda "düşmansız kalan" Perinçek'in, "kanka"sı katil Milo gibi Batı medeniyetine savaş açması aslında şirin bir tiyatroya benziyor.
Ama benim asıl üzerinde durmak istediğim nokta şu:
Çoğunluk AB isterken işler ağır gidiyorsa, bu muammanın sebebi nedir?
AB'ye girmek, Mustafa Kemal'in devrimlerinden sonra gerçekleşecek en büyük devrim, bence...
Çok partili sisteme geçişten de büyük.
Peki, bu devrimi yapacak sınıf veya "iç dinamik" var mı Türkiye'de?
Siz hiç, köyde marabaların yaşamını değiştiren bir toprak ağası gördünüz, duydunuz mu?
Türkiye'yi, bir "yüksek memur tabakası" yönetiyor.
Atanmış bürokratlar, makamlara yerleştirilmiş teknokratlar ve kendilerine "seçilmiş" süsü veren ama ömür boyu seçildikleri için atanmışlardan farkı kalmayan SİYASET ESNAFI...
Konya ovasındaki "resmi" makasçcıya kadar uzanan bir dev tabaka...
Bu ilginç tabaka diktatörlüğü devrim yapar mı?
Bakınız, tarihsel sosyolojik verilerle tartışılmıyor AB meselesi...
Aydınlar anlatmaya çalışıyorlar fakat zırcahiller, "zaten bizi istemiyorlar, canları cehenneme" saçmalıklarıyla babalanıyorlar...
Bu tutum yüzünden Türkiye'nin "babalara geleceğini" umursamadan...
Mücadele, AB ile Türkiye arasında değil, ilericilerle gericiler arasında...
Peki, oraya girebilir miyiz?
Evet, "güçlü müzakere" ile girebiliriz...
Bu ülkenin ensesindeki "müdürlükler sultası"na, isterseniz merkep semeri, isterseniz kör bastonu, isterseniz de kaptansız gemiye fener deyin, farketmez...
Bana soracak olursanız, Türkler ikiye ayrılıyor:
"Müdür Türkler" ile "Memur Türkler"
Türkiye'de erkekler "müdür olmak için" doğar, kızlar da, ilerde bir "müdür doğurmak için" doğar...
"Makam" herşeyden önemli, değerli ve kutsaldır.
İnsanlar "yönetilmeye muhtaç" oldukları için müdürlere ihtiyaç vardır.
Müdürsüz kalmış bir memur, başı kesilmiş horozdan farksızdır.
Keza elinden memurları alınmış bir müdür de, koyunsuz kalmış çobana benzer...
Müdürlükten emekli olmuş kimselerin, kahvehanelere dadanması da bu koyun hasretindendir...
Müdür olmayan memur kocaman bir hiçtir.
Evli bir kadın, ömrü boyunca çile, sıkıntı ve yoksunluk çekmeye razıdır yeter ki kocası bir yere müdür olsun...
Niye mi yazıyorum bunları?
Yüce Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şu sıralar "Anadolu'daki bölge müdürlüklerini" nasıl tasfiye edeceğini tartışıyormuş...
Yapmayın, efendiler!..
Şu fakir milleti müdürsüz bırakmayın!
Acıyın bize!..