Cassius Clay nasıl Muhammed Ali oldu?
Boksör Muhammed Ali'nin öyküsünü anlatan film, ırk ve din mücadelesini çok iyi aktarıyor. Ama yönetmen bunca malzemeyi iyi toparlayamamış. Oscar şansı ise neredeyse hiç yok
İlgi çekici bir biyografik film... 20. yüzyılın en kendine özgü, karizmatik, popüler, eksantrik, megaloman, yürekli ve sıradışı kişiliklerinden biri. 'Afro-American', yani Afrika kökenli Amerikan boksörü Cassius Clay, ya da sonradan seçtiği adla Muhammed Ali'nin yaşamından bir kesit...
Ali'nin yaşamı öylesine dolu dolu geçmiş, öylesine yüklü ki... Michael Mann ve ekibi bu yaşamın sadece 10 yılını, 1964-74 arasını ele almakla iyi bir seçim yapmış. Yoksa böyle bir hayattan uzun bir dizi ya da birkaç film çıkabilir.
DÜNYA ŞAMPİYONU
Cassius Clay, 1960'lar Amerika'sının insan hakları açısından yüzkızartıcı ortamında, koyu bir zenci düşmanlığının birçok eyalette geçerli olduğu bir dönemde boksa ağırlığını koyuyor. 1964'te yine siyahi Sonny Liston'u yenerek ağırsiklet dünya şampiyonu oluyor. Bu unvanı çeşitli zafer ve yenilgilerle 1978'e dek elinde tutmayı başaracaktır.
Ama asıl önemlisi, onun Amerikan ırk ve insan hakları mücadelesindeki yeri... Zirveye çıktığı günlerde, hatta Liston'u yenmesinin hemen ertesinde, Cassius Clay adını bırakarak İslam'ı seçtiğini açıklıyor. Ve ABD Müslümanları'nın dinsel lideri Elijah Muhammed'i ziyaret ederek, onun verdiği Muhammed Ali adını alıyor. Siyah ırkın hakları için kıyasıya mücadele eden yakın dostu Malcolm X'in safında yer almayı ise reddediyor.
O andan itibaren Amerikan yönetimi Ali'yi karşısına alıyor. Irk konusunda Kennedy döneminin getirdiği yumuşama girişimlerine karşın olayların durmadığı koca ülkede, İslam bayrağının altında toplanan tüm kara derililer kuşkulu konumdadır çünkü. Ali izleniyor, hakkında dosyalar tutuluyor.
AĞIR HAPİS
Ama asıl olaylar 1967'de Vietnam savaşına gitmeyi reddettiği için patlak veriyor. Koyu bir milliyetçilik rüzgarına kapılmış ülkede, Muhammed Ali'nin biraz da dinsel nedenleri bahane ederek aldığı bu karar, yönetimle çelişkisini derinleştiriyor. Ali, 5 yıl ağır hapse mahkum oluyor. Ülke içinde ve dışında maç yapmasına da izin verilmiyor. Ama tüm bunlar Ali'yi kararından vazgeçiremiyor. Durum ancak 1971'de, ülkedeki havanın değişmesi ve üst mahkemenin sonsal kararı ile düzelecektir.
SİNATRA'NIN İZİNDE
Ali ve 'My Way'
Ali'yi izlerken Frank Sinatra'nın 'My Way' şarkısını hatırlıyorum. Garip ve ayrıksı kişiliği ile Ali de tıpkı şarkıdaki gibi "Bu benim yolum, bu benim tercihim" diyor ve mücadelesini kendi kafasına göre yürütmeyi seçiyor
Mann'in filminin özellikle iki ilginç yanı var. Biri, boks sahneleri... Bu konuda hatırlanan sayısız ünlü filme karşın, Mann bu bölümleri, gerçekçilikle içsel hesaplaşmanın birbirine karıştığı, nefes kesen sinema bölümleri haline getirmeyi ve bu çağdaş gladyatör oyununu, savaşçıları ve seyircileriyle yeniden analiz etmeyi başarıyor.
Bir de Ali'nin o garip ve ayrıksı kişiliği iyice beliriyor. Filmi izlerken sık sık Frank Sinatra'nın "My Way" şarkısını düşünmem boşuna değil. Ali de "Bu benim yolum, bu benim tarzım" diyor. Şampiyonluğunu, Müslümanlığını ve mücadelesini herkesin beklediği biçimde değil, kendi kafasına göre yürütmeyi seçiyor. Ve bu kendine özgürlüğünü sonuna dek ısrarla koruyor.
Filmde ayrıca o yıllarda ABD'deki ırk mücadelesinin özellikleri, ABD Müslümanlarının da kendi içlerindeki bölünmüşlüğü, dinsel liderlerin ikiyüzlülüğü, çeşitli oyun ve entrikalar da çok iyi ortaya çıkıyor.
Tüm bu olumlu ögelere karşın, film çok başarılı değil. Mann, sanki bunca malzemeyi iyi derleyip toparlayamamış gibi. Film belli bir yapıdan ve iskeletten yoksun, sanki ayrı ayrı bölümler halinde gelişiyor. Çok iyi şeyler var, ama yer yer iyice sarkan bir film olduğu da yadsınamaz.
Will Smith iyi, ama oyununun Oscar'lık olduğunu sanmıyorum. Tüm yan oyuncular çok iyi. Ama doğrusu peruklu TV sunucusunda, sonuna dek tanıyamadığım Jon Voight'a özel bir şapka çıkarıyorum!..
Onun gibi güzel gözlüsü gelmedi*
İnce silueti, uzun kirpiklerinin gölgelediği güzel gözleri, kışkırtıcı gülüşü, başak taneleri gibi savrulan saçları... Serseriliği, mafya bağlantısı ile de dikkatleri çeken Alain Delon, filmleriyle Film Festivali'nde
İstanbul festivali yaklaşıyor. Bu yılın çok zengin programı yine tüm sinemaseverleri Beyoğlu semtinde toplayacak. Nisan yağmurları altında eşsiz tatlar ve deneyimler yaşamayı deneyeceğiz. Bir kez daha!
Bu haftalık yalnızca Alain Delon bölümünü duyurmak istiyorum. Şimdiden büyük ilgi uyandırdı bu bölüm. Özellikle 1960-70'li yıllarda sinemaya gidenler, tüm dünyada olduğu gibi bizde de büyük ilgi gören bu yakışıklıyı özlemle hatırladılar. Belki kendi gençliklerinin özlemiyle birlikte...
Çünkü o, gerçekten de beyazperdede gelmiş-geçmiş en güzel erkek yüzüydü. 1935 doğumlu sanatçı, sorunlu bir ailede doğmuş, sayısız okuldan kovulmuş, daha 17 yaşında Hindiçini'ye giderek paraşütçü olmuştu. Sinemada ilk rolünü aldığında 22 yaşındaydı. Ve patlama halindeki Fransız sinemasının en büyük kozlarından biri olmakta gecikmeyecekti.
ADLİ TAKİBE TAKILDI
Her şeyiyle güzeldi, yakışıklıydı. İnce bir silueti, uzun kirpiklerinin gölgelediği yeşil gözleri, kışkırtıcı bir gülüşü ve başak taneleri gibi savrulan saçları vardı. Güzelliği kimi filmlerinde içburucu biçimde kullanıldı: "Kızgın Güneş"i, "Düşman Kardeşler"i, "Üç Sevgili"yi, "Siyah Lale"yi kim unutabilir?
Hiç vazgeçmediği serseriliği ve mafya ile ilişkileri, tıpkı Frank Sinatra gibi onu da kimi zaman adli vakalara karıştırdı. Özellikle Yugoslav kökenli koruması bir cinayete kurban gittiğinde... Korumanın aslında onun "sevgilisi" olduğu söylendiğinde, Delon bunu tümüyle yadsımak yerine şöyle dedi: "İstersem bir keçiyle yatağa girerim, kim karışır?" Böylece biseksüelliği iddialarını reddetmemiş ve o dönem için şaşılacak bir cesaret örneği göstermiş oldu.
Visconti, Antonioni, Losey, Clement, Melville gibi büyük ustalarla çalıştı Delon... 80'lerde bir bölümünü bizzat yönettiği gangster filmlerine adadı kendisini... Bir süredir film çevirmiyor. Ama, 67 yaşında hâlâ yakışıklı olmayı sürdürüyor. Kimbilir, bakarsınız filmleriyle birlikte kendisi de İstanbul'a ayak basar ve birçok kadın yüreğine yeni çarpıntılar yaşatır!..
Türkçem, güzel dilim benim
Farkında mısınız? Son aylarda gösterime çıkan filmlere güzel bir Türkçe isim bulunma zahmetine bile girilmiyor. "Ocean's Eleven" örneğin. Ya da "Spy Game". Hadi, diyelim ki "K-PAX" zaten özel bir ad. Olduğu gibi korunabilir. Peki, ilk ikisine ne oluyor? "Oceans's Eleven" için bana yapımcı firmanın tüm ülkelerde filmin aynı adla gösterilmesini istediği söylendi. Nasıl olur? Bir Amerikan şirketi, ne denli güçlü olursa olsun, filmin bizde hangi adla oynayacağına nasıl karar verir? Dilimize, kültürümüze nasıl böyle müdahale edebilir?
Ya "Spy Game"? Ben dayanamayıp "Casus Oyunu" diye yazdım. Ama ilanlarına bakınız, öyle bir ad yok. Peki ama Türkiye'de herkes üstelik böylesine çetrefil İngilizce adları telaffuz edip anlamak zorunda mı? Bir zamanlar ithal filmlere verilen aslından farklı adlara takılırdık. Kimileri gerçekten de komikti. Ama kimileri harika buluşlar içeren o adları şimdi özlemle anıyorum.
Dilimiz ve diğer diller üzerindeki tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde, sinemanın dilimize bu saygısızlığını, bu dile gönül vermiş bir yazar olarak belirtmek istedim. Umarım birileri ciddiye alır.
|