Ayşe Hanım bana bakıyor. Sanki az önceki cümleyi Sanskritçe söylemişim, veya şeffafmışım gibi bir bakış bu.
"Ayşe Hanım, evde ne malzeme var?"
Aynı bakış, birkaç saniye... Neden sonra:
"Hiçbir şey yok efendim!"
"Nasıl hiçbir şey yok? Daha dün bir sürü alışveriş yaptık?"
Kesin şeffafım ve gaipten sesler geldiği için böyle bakıyor. Ya sabır.
"Ayşe Hanım?"
"Efendim?"
"Hani dün patlıcan almıştık? Nerede onlar?"
"Buzdolabında kendileri!"
"Eh, o zaman rahatsız etmeyelim kendilerini. Biz akşam dışarıda yeriz!"
Ayşe Hanım'ın patlıcanlardan "kendileri" diye söz etmesinin sebebi, sebzeye duyduğu özel bir saygıdan kaynaklanmıyor. Ayşe Hanım Bulgar göçmeni ve Türkçe'ye çok yaratıcı katkıları olabiliyor zaman zaman.
Ayşe Hanım kafeinsiz kahveye, nereden duyduysa "kokainsiz kahve", su ısıtıcısına da nedense İngilizce "kettle" diyor!
Geçen gün: "Gülse Hanım, siz televizyonda öyle takım falan değil de, daha komik bir şeyler giyseniz. Mesela Cem Yılmaz siyah tişörtle şalvar giyiyor, çok komik oluyor. Siz de öyle yapabilirsiniz" demez mi!
Ben ne bileyim Press Bey'deki Güllü Hanım'ın bizim evde "Ayşe" ismiyle çalıştığını...
Ayşe Hanım'ın, akşam yemeği mönüsü sözkonusu olduğunda, boş bakışlarının sebebi ise, yemek yapmaktan nefret etmesi!
Belki, birkaç dakika anlamazlıktan gelirse, yorulup vazgeçerim diye çabalıyor...
Çünkü Ayşe Hanım, hem kendi evinde, hem profesyonel kariyerinde yıllardır yemek yapıyor. Ve çok bıkmış.
Yemek yapmak, bence yazı yazmak, fotoğraf çekmek, resim yapmak gibi. Mecburiyet haline gelince tadını yitiriyor, biir.
İnsanlara ve hatta kültürlere göre bu konuyla ilgili yetenek, azalıp çoğalıyor, ikii.
Onyedi yaşımın yazı. Her ailenin bizim kuşak ve öncesi kızları için hayalini kurduğu ve çoğunlukla kızların pek de bayılmadan gerçekleştirdiği, "Piyano-Fransızca-İsviçre'de lady okulu" üçlemesinin son ayağını da tamamlayıp, bir an önce kapağı üniversiteye atmak üzere, Lausanne'dayım.
Hakikaten "finishing school" denen, bir "hanımefendi yetiştirme okulu"yla karşı karşıyayız! Daha onyedi, onyedi, onyedi yaşımın şahane yazında, üç ay boyunca katlanmam gereken dersler Fransızca, dans ve drama'yı bir kenara bırakırsak, sofra sanatları, çiçek tasarımı, protokol, görgü ve etiket. Yani onyedi yaşında bir genç kızın en umurunda olmayan konular.
Okulda bütün Avrupa ve Amerika'dan kızlar var.
Dans dışında en çok heyecanlandığımız husus yemek dersleri.
İlk ders: Alman, İskandinav, Brezilyalı, Perulu, İtalyan, İspanyol ve Türk öğrenciler olarak bir aradayız. İki gruba ayrıldık, kendimiz pişirip, kendimiz yiyeceğiz.
Zaten önceden kaynaşmış olan Akdeniz ikliminden gelen ekip olarak, bekliyoruz ki, bize pasta kreması, brioş yapmayı öğretecekler, akla hayale gelmedik soslu etler, deniz mahsüllü risotto'lar hazırlayacağız.
"İlk ders: Domates kesme" demezler mi?
Yemek öğretmenimiz madam gösteriyor: Domatesi alın, tahtanın üzerine koyun, bıçağı alın..."
Aramızda gevezelik edip duruyoruz. Bazılarımız sıkılıp, domatesleri kesip kesip atıştırmaya bile başladı.
Bir de baktık ki, Alman ve özellikle İskandinav kızlar, dilleri dudaklarının kenarında, pür dikkat, madamı dinleyip, onun gibi yapmaya çalışıyorlar. Daha da tuhafı, yapamayıp domatesi yamuk yumuk kesen, elini doğrayan bile var!
Norveçliler yemek için yaşar, Danimarkalılar yaşamak için yer, İsveçliler ise içmek için yermiş.
Sebebi ne olursa olsun, o yedikleri yemekleri kim hazırlıyor çözmek mümkün değil!
O gün bizim grup, mantar çorbası, Cordon Bleu usulü et, patates püresi ve şeftalili tatlı yaptı.
Kuzeyli grubun yaptığı salata ise yenecek gibi değildi!
Anladım ki, Türkiye'de "yemek yapmayı bilmemek" ile, Batı Avrupa'daki aynı değil!
Onlarda, bilmeyen domates bile kesemiyor.
Bizde kötü yemek yapan, bir sürü yemeği yapıp, tuzunu az koyana denir. "Yemek pişirmeyi bilmeyen" de, hiç dolma sarmamış insan manasında kullanılır.
Hem çoğu kadın yemek yapma konusunda çok yaratıcı ve beceriklidir, hem mutfak kültürümüz çok zengindir.
Son yıllarda, yemek yapmak, kadınlar için geleneksel bir zorunluluk olmaktan çıkıp, zevkli bir hobi, bir tür meditasyon, hatta meslek olmaya başladı.
Ben, yemek yapmanın, gevşetici ve stresten arındırıcı özelliklerinden, haftada bir faydalanıyorum. Genellikle spagetti türevleriyle. Çalışan herkese tavsiye ederim!
Ama işi daha ileri götürüp, zaten genlerinde var olan yeteneği, parlak kariyerlere dönüştüren kadınlar da tanıyorum: Senem Betil, Defne Koryürek, Ceren Büke gibi...
Ve iddia ediyorum, Türkiye'nin, belki de dünyanın iyi şefleri, yakın zamanda kadınların arasından çıkacak.
Sektörünüzden sıkıldıysanız, bu cümleyi bir daha okuyun!
Sonradan öğrendiklerinizi değil, doğal yeteneklerinizi başarı ve paraya çevirmenin zamanıdır belki de...
GÖZLERİNİ AÇ!
Vanilla Sky'ın orijinalini seyrettim.
Alejandro Amenabar'ın yönettiği, İspanyol yapımı, yine Penelope Cruz'un oynadığı "Gözlerini Aç"ı...
Zannediyordum ki İspanyol orijinalinden sadece senaryo, hatta hikaye alınmış ve değiştirilerek çekilmiş.
Hiç öyle değil.
Film birebir aynı!
Sahnelerin sıraları, replikler, şakalar, kamera açıları...
Tom Cruise'un açılıştaki rüya sahnesi, barda olanlar, buzdolabının üzerindeki resimler... Sanki filmi alıp dublaj yapmışlar!
Almost Famous'la favori yönetmenlerim arasına giren Cameron Crowe beni çok şaşırttı. Kendisinden bir şey katmak şöyle dursun, filmin orijinalinde olan pandomimle ilgili alt metinlerin de çoğu Vanilla Sky'da yok. Ama hiçbir şey de eklenmemiş.
Demek Vanilla Sky'ı herhangi bir film öğrencisi de Gözlerini Aç'ı kopyalayarak çekebilirmiş.
İki filmi karşılaştırınca Tom Cruise'un karizmasına şapka çıkartıyorsunuz.
Cameron Diaz'ın rolünü oldukça çirkin bir esmer oynuyor. Vanilla Sky'da hissettiğiniz "Bu şahane sarışından nasıl vazgeçilir" duygusu yok. Obsesif aşık kadın, gerçekten korkutucu!
Penelope Cruz, İspanyol filminde biraz daha kilolu ve Avrupa sinemasının nü sahnelerde Amerikan sinemasından daha rahat davranması yüzünden, Gözlerini Aç'ı bütün Cruz hayranlarına tavsiye ederim!
Üstelik, Gözlerini Aç'ın janrı ve tonu, Vanilla Sky'dan daha istikrarlı gidiyor.
Ama tuhaf bir şey var.
Tıpatıp aynı film olmasına rağmen, Vanilla Sky'ı seyrederken daha çok eğlendim.
İşte Hollywood budur!