|
|
İçinden deniz geçen şehir
Geçen hafta ODTÜ Radyo'dan gençler aradılar ve o herkesin hayatında en az bir kere düştüğü o mâlum ıssız adada (!) tek başıma kalınca, yanıma hangi üç şarkıyı alacağımı sordular.
Amaçları benim tekrar tekrar dinleyecek kadar tutkun olduğum üç şarkıyı öğrenmek ve tanıtmak. Sonra şarkılar yetmedi ve ben yanıma üç şehir almadan ıssız adaya düşmem diye tutturdum. Eski kocam Paris, sevgilim New York ve dostum İstanbul! Onlar olmadan ıssız adaya düşemeyecek kadar koyu bir şehir romantiğiyim ben.
Telefondaki söyleşi bittiğinde birden önümde birikmiş okumaların, teslim edilme tarihi çok yaklaşmış yazıların, bütün ev ve annelik halleri sorumluluklarının bana vız geldiği bir an yaşadım. Bir delilik ve özgürleşme ânı. Hani neredeyse bir aydınlanma durumu. Her an adı hastalık, ölüm, savaş, deprem olan bir ıssız adaya düşebilirdim ama bu şahane şehir-i İstanbul dışarda beklerken, ben bir gözüm bilgisayarın ekranında öbürü mutfaktaki tencerede bugünü ertelemekteydim. Beynim günler ve gecelerdir, dünyanın özellikle bizim coğrafyalarda süren savaşların, Afganistan'da, İsrail ve Filistin'de ölen çocukların, birbirine en pahalı ve tehlikeli silahlarını göstererek erkeklik taslayan ülkelerinin yarattığı derin üzüntüyle acı çeken bir beden gibi kıvranıyor başımın içinde. Gözümü kapatsam rüyalarımda, göçmen kamplarında insan olduklarını unutarak yalnızca hayatta kalma mücadelesi veren yoksul ülkelerde doğmuş başların umutsuz, boş bakan gözleri... Midemde alka-seltzer tüketimini hızla arttıran sürekli bir yanma hali... Her şeyi ama her şeyi bıraktım, üzerime ceketimi aldım, küpelerimi taktım, dudaklarıma rujumu sürdüm ve kendimi İstanbul sokaklarına attım. İstanbul sokaklarına. Issız adaya yanıma almadan düşmeyeceğim, nerede yaşarsam yaşayayım bir ayağımın mutlaka üzerinde durması gereken şehrin, İstanbul'un sokaklarına attım kendimi.
YOK YOK BU ŞEHİRDE
Kalabalık İstanbul sokakları erken baharın kandırıcı pırıltısıyla daha da kalabalıklaşmıştı. Trafik sıkışıktı, caddelerde birbirlerine korna çalıp, küfreden şoförler, kaldırımlarda bebek ya da özürlü arabalarını dolaştıracak yer bulamayan bezgin yayalar, vitrinlerde ekonomik kriz nedeniyle yanına yaklaşılmayan fiyatlar, gazete bayilerinin camlarına çarşaf çarşaf asılmış fotoğraflarda birbiriyle çatışan öğrencilerle-polisler, futbolseverlerle-şiddetseverler, bir bankanın önünde dikilen iki yaşlı adamın idam cezasının kalkıp kalkmaması üzerine tartışmaları, köpeklerin ırzına geçen sapıkları kınama kampanyası için imza toplayan yaşlı kadınlar... Yok, yok, bu şehrin, bu İstanbul'un insanı yatıştıracak bir kenarı köşesi, dünya yangınından kısacık da olsa koruyup, sarıp sarmalayacağı bir kucağı olmalıydı. Mutlaka olmalıydı. Bu düşüncelerle uzun uzun yürüdüm. Sonra nerede olduğuma baktım, anlamadım. Yoldan geçen bir dolmuş gelip yanımda durunca ona bindim. Son durak Kadıköy'dü. Kadıköy Meydanı'nın korkunç karmaşası ve hüzünlü dağınıklığı içinde Haydarpaşa tren istasyon binasını görecek bir köşede sahildeki çay bahçelerinden birine girdim ve orta şekerli Türk kahvesi ısmarladım. Rahatsız, küçük hasır taburede oturup dakikalarca denize, sahildeki balık-ekmek sandalına, çicek satan Çingenelere ve çıplak ayakla dilenen çocuklara baktım. İçimden ağlamak geliyordu, gergindim ve bu şehir artık beni sakinleştiremiyordu. Dışardan bakınca o kadar içime kapanmış görünüyor olmalıydım ki, yan masalarda oturan herkesten para dilenen çocuklar bile bana ilişmiyordu. Donmuş gibiydim. Öylece kaldım. Ne kadar bilmiyorum. Ama garsonun masama koyduğu iki bardak çayı içtiğime göre bir süredir orada denize bakıyor olmalıydım. Beni uyandıran burnuma dayanan güzel bir koku oldu. Elindeki fulyayı burnuma dayayan elbiseleri yırtık pırtık, sokaklardan topladığı çöpleri bir plastik torbada sürükleyen yarı deli bir yaşlı kadındı. Belki benim yaşımdaydı da bu pislik içinde yaşlı görünüyordu. Gerçeği bütün çıplaklığı ve yakıcılığıyla görmüş insanların vahşi bakışıyla, sırıtarak bana bakıyordu. 'Al bak, sana getirdim!' diye çiceği kucağıma attı. Normal şartlarda gülümseyip geçeceğim bu kadına bakıp 'Sağol, buna ihtiyacım vardı' dedim. Büyük, yırtık, korkunç bir kahkaha attı. Artık bütün komşu masalar ve yoldan geçenler bizi seyrediyordu. 'Bana bir çay ısmarla!' dedi. 'Bu şehir dünyada içinden deniz geçen tek şehirdir' dedim ona dalgın bir sesle. 'Biliyorum' demez mi? Sonra yanıma oturdu ve biz hiç konuşmad
an denize bakarak birer bardak çay içtik. Yatıştığımı hissediyordum. İçinde yaşadığım(ız) bu cehennem renkli, acımasız dünyanın ve bu karmakarışık zor kentin dünyada içinden deniz geçen tek kent olduğunu farkında olan birine nihayet rastlamıştım. O da sokaklarda yaşayan bir deliydi, ama belki de bu farkındalık yüzünden delirmişti, kimbilir... Çünkü bir delilik hali yaşarken bir tek onun dikkatinden kaçamamıştım.
Ona para vermek istedim, almadı ama kulağımda sallanan kedili küpeleri istedi. O zaman hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve çok sevdiğim küpelerimi çıkartıp, ona verdim. Sevinerek onları kulaklarına taktı ve çekip gitti. İstanbul, dünyada içinden deniz geçen tek şehirdi ve bu güzelliğiyle bu kadar kıyıcı oluşunun cinnetini beraber yaşıyordu. Ama ben burada yalnız değildim. Eve döndüm.
ÖNERİ PAKETİM
*Haftanın kitabı
Küçük Şeylerin Tanrısı: Arundhati Roy (Yakınlarda muhalifliği nedeniyle hapis cezası alan Hintli kadın yazarın Booker ödüllü romanını İlknur Üzdemir'in şahane çevirisinden okuyun.)
*Haftanın tiyatrosu
Küçük Bir İş İçin Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor (Müge Gürman'ın yönettiği bu etkileyici hikaye, özellikle Mehmet Güleryüz ve Özkan Uğur'un müthiş oyunculukları için izlemeye değer. İstanbul Devlet Tiyatrosu) Buket UZUNER
|
|
|
|