Varsayalım ki; idamı kaldırdık... Kürtçe eğitimi başlattık... Uyum yasalarını çıkardık... İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 30 maddesini, Kopenhang kriterlerinin tümünü uyguladık... Kıbrıs sorununu da aştık...
Gelin olayı biraz da sulandıralım; kokoreçi yasakladık... Traş fırçasını kaldırıp attık... Kelle paça satan işkembecileri kapattık...
Peki; Avrupa Birliği'ne üye olabilecek miyiz?
Veya şöyle soralım; Avrupa, Türkiye'yi neden içine alsın?
70 milyonluk pazara malını rahatça satması için mi? Bugün de satıyor... Türkiye dış ticaretinin büyük kısmını zaten AB üyesi ülkelerle yapıyor...
Türkiye'ye istediğini yaptırması için mi? Bugün de yaptırıyor... AB ne derse, Ankara selamı çakıyor...
Kaldı ki; bu enflasyonla, bu işsizlikle, bu nüfus yapısıyla kısacası düzelmesi mümkün olmayan tüm ekonomik ve sosyal göstergeleriyle Avrupa, Türkiye'yi içine alır mı?
* Sokaklarında hayvan boğazlanan.
* Halkının bir bölümü mezralarda yaşayan...
* Kan davalarının sürdüğü...
* 14 yaşında kızların para karşılığı evlendirildiği...
* Adaletli gelir dağılımının sağlanmadığı...
* Vergi verene enayi gibi bakılan...
* Kırmızıda durmanın ayıp sayıldığı.
* Rüşvetin egemen olduğu...
* Eğitim düzeyi ilkokul 3 olan
* İmam nikahı ile 4 kadın alınan...
Türkiye'ye kapısını açar mı?
Geçen yıl Avrupa ülkelerini kapsayan araştırmaya göre Fransızlar'ın yüzde 62'si, Lüksemburglular'ın yüzde 65'i, Danimarkalılar'ın yüzde 54'ü, Almanlar'ın yüzde 57'si, Belçikalılar'ın da yüzde 59'u bizi istemiyor... Çok iyi bir tahminle iki Avrupalı'dan biri "Türkiye'yi kabul etmeyin" diyor...
Peki biz nasıl AB'ye gireceğiz?
Türkiye'nin iki büyük kenti İstanbul ile İzmir arasında direkt demiryolu bağlantısı yok...
İddia edilen sebep; kamyon ve otobüs lobisinin daha çok para kazanmak uğruna baskıları ve bu baskılara dayanamayan politikacıların devleti yönlendiren "Demiryolları bana demirperde gerisi ülkeleri hatırlatıyor" şeklindeki açıklamaları...
Sonuç; akaryakıt tankerleriyle, kamyonlarla, TIR'larla aynı yolda yan yana seyreden otomobiller ve meydana gelen kazalarda can veren on binler...
Herkes direksiyon başındaki trafik canavarıyla mücadeleye soyunuyor da kimse, "Neden son 50 yılda bir metre ray döşenmedi"ğinin, neden İstanbul'dan İzmir'e, İzmir'den Antalya'ya, Antalya'dan Ankara'ya, Ankara'dan Trabzon'a demiryolu bağlantısı olmadığının hesabını sormuyor...
Kimse yazlıkçıların kullanması için İzmir-Çeşme arasına milyarlarca dolar harcayıp 6 şeritli 90 kilometrelik otoban yapanların yakasına yapışıp, "Bu para ile niçin İzmir ile İstanbul arasına demiryolu kurmadın?" diye bağırmıyor...
17 Ağustos depreminin merkez üssü olan Gölcük, 3 yıl içinde her gün biraz daha kötüye gitmiş ve köyleşmiş... Yalova, İzmit ve bir ölçüde de Adapazarı yaralarını sarıp ayağa kalkarken, sanki Gölcük iyice tükenmiş... İki saatliğine uğradığım ilçede konuştuğum herkesi gelecekten umutsuz ve korku içinde gördüm...
Korkuların ortak noktası; 17 Ağustos'u tekrar yaşama endişesi... Ağır hasarlı binaların yıkılma yerine onarılması... Çaresizlikten bu binalarda oturulması...
Geleceğe yönelik umutsuzlukların nedeni ise; varlıklı ailelerin ilçeyi terketmeleri, politikacıların da Gölcük'e sırtlarını dönmeleri... Hatta bir Gölcüklü lokanta sahibinin deyimi ile "Ne haliniz varsa görün" demeleri...
Gölcük tekrar ayağa kalkmalı... Gölcüklüler hayata sarılmalı... Bunun için Kocaeli Valisi, Kocaeli milletvekilleri Gölcük'ü kanatları altına almalı... Hatta Donanma bile Gölcük için seferberlik başlatmalı...