Garip bir "kendimize saygı" anlayışımız var. Yoksa acıklı mı desem!
Ara ara dişimizi geçirebileceklerimize hot zot yapmak; yakınlarımıza "kendimize olan saygımızı anlatmak" (bazen anlatmak tedavi yerine geçiyor ya!) veya gemileri yakıp çekip gitmek!..
Neden? Çünkü suçlu durumuna düşürülüyoruz; eziliyoruz, eziyet görüyoruz, sonra "yahu ne biçim iş bu! Benim kendime saygım yok mu?" diye cellallenip ne yapacağımızı şaşırıyoruz.
Kendimize saygının bir yönü bireyseldir...
Önce sükunet gerektiriyor. Sonra da başkalarının değerini bilmek...
Ancak başkalarının değerini bilenler kendi değerini bilir; ancak başkalarına saygı duyanlar kendilerine de saygı duyar...
Kendimize saygının öteki yönü toplumsaldır!
İşte orada fena halde çuvallıyoruz.
Örnekse, devlet "yurt dışına çıkışta ödeyeceğin 70 milyon liralık harç pulunu artık sadece sınır kapılarında vereceksin" dedi mi, yurttaşlarda kendine saygıyı ara ki bulasın!
Çünkü uçağın kalkmasından saatler önce havaalanına gelecek, upuzun bir kuyrukta anlamsızca bekleyeceksin. İçin ezilecek, ezilecek, ezilecek... Kişiliğin bu "küçük" zorunluluk karşısında yüz metrelik kuyrukta bekleme süresinde yok olup gidecek. Hatta uçağı kaçıracaksın. Kocaman bir dalganın küçücük kimliğini yutup yok ettiğini, boğulduğunu düşüneceksin... Artık kendine saygın filan olabilir mi? Kalabilir mi?
Ya da emeklisin... Bir türlü yok edilemeyen maaş kuyruklarından birinde hastalanacaksın. Çocuğun yaşındaki görevliler itip kakacak. Emekli olduğunu iyi bileceksin ama saygın bir yurttaş olduğundan haklı olarak kuşkulanacaksın. Kendine saygın kalabilir mi?
Eziyetin olağan, yaşamın lezzetinin ise olağandışı sayıldığı bir toplumda bireyler kendine ve başkalarına saygı duyamaz.
Her ihtiyacı gidermek için önce eziyet çekmeye şartlandırılmış bir toplumda yurttaşların birbirine gerçekten insan gibi davranabileceğine inanmak hayalciliktir.
Atalarımızdan kalan muhabbetle, içimizden gelen sevgiyle idare ediyoruz işte! Ama daha nereye kadar?