Sevgili Mehmet'in satırları aldı beni, hayatımın, hem meslek, hem özel hayatımın en mutlu günlerine götürdü..
Mehmet'i hatırladım önce.. Dergi kurulurken yerini boş bırakmıştık. Askerden dönünce masasına oturdu. İlk Cuma gecesi işten çıkarken "Ben otele gidiyorum" dedi.. "Pazartesi kiraladığım eve taşınacağım da.."Ali ile ben ayni evi paylaşıyoruz. "Ne oteli yahu" dedik.. "İki gece için otel mi olur, gel bizde kal.."
Geldi Mehmet, Işıl onu alıp götürene kadar iki yıl bizde kaldı. Evlendiler.. O gece yarısı evde Ali ile, Mehmet'ten nihayet kurtulmayı kutluyor, bu işi başaran eşi Işıl'ın şerefine kadehler kaldırıyoruz ki, kapı çaldı.. Açtık ve donduk.. Mehmet.. Yanında Işıl..
"Ağbi yahu, ben bu evi daha şimdiden çok özledim, kalktım geldim" demez mi?.. İlk geceleri düşünebiliyor musunuz?.
Ali'den de, Aysun ile evlendirip kurtuldum, bilir misiniz?.. Erkekçe'nin azgın yazı işleri müdüründen.. Yatak odasının dili olsa da anlatsa.. Aslında var, anlattı da.. Mehmet iyi bilir.. Yazmıştım galiba.. Gene yazarız birgün.. Hoş anıdır..
Ali ile Mehmet, derginin tepeden tırnağa yükünü taşıdılar. Mehmet, M. Ali Kışlalı'nın en iyi öğrencilerinden olarak, yazıların sorumlusu idi.. Müthiş titiz, müthiş arşivci ve müthiş zevk sahibi Ali de, görüntüden..
Bu ikisinin getirdiği malzemeyi de Mustafa Eren bir iç mimar zevki ile sayfalara koyardı..
Yazılar.. Tabii Kurthan Hoca.. Erkekçe'nin 150 binlere ulaşmasının sebebi, eve girmesi idi. Kadının okumasıydı.. Bunun sırrı da, içindeki hemen tüm yazıların, dünyanın en ünlü kadın dergilerinden derlenmesiydi.. Bu akla durgunluk veren işi Kurthan Hoca yapardı. Yabancı yazıyı alır, yerli yapardı, o benzersiz ingilizce ve türkçesi ile.. Ve kadın yazısını, içinde, özünde kadın kokusunu bırakarak, erkekler içinmiş gibi yazardı..
Aldığımız yüzlerce kadın okur mektubunda "İnanamıyorum. Erkekçe dergisinde kendimi bulduğuma inanamıyorum" denmesinin sebebi buydu.
Kadın okurların sayısı, yaptığımız araştırmalara göre, zaman zaman yüzde 62'yi bulurdu inanır mısınız?.
Bunu başaran Kurthan Hoca'ydı işte..
Ahmet Kahraman.. O ne müthiş bir araştırmacı, ne müthiş bir röportajcıydı.. Süleyman Demirel, iş masasında Erkekçe'yi görüp de takılanlara "Siz bu dergideki söyleşileri okuyor musunuz" diye sormuştu, ciddi ciddi.. Sonra Avni Özgürel.. Bu ikisi, kafalarındaki ideolojiyi Erkekçe'nin kapısından girerken vestiyere bırakan tam profesyonellerdi.
Yaptıkları röportajları yıllar sonra hala ayni zevkle okuyorum..
Nermi Erdur.. Nur içinde yatsın.. Bu ülkede kadın resmini onun kadar canlı, onun kadar yaşayan, onun kadar erotik hiç kimse çekmedi.. Ona okuduğum bir makalenin ana hatlarını bir kez anlatmış, Playboy'un o resimleri nasıl çektiğini söylemiştim.. Hepsi o.. Bugün kadını kadından başka her şeye benzeten o korkunç makyajlar, itici giysiler, binlerce watt ışık ve kapkaranlık gölgeler içinde saatlerce dondurarak verdirilmiş, doğaya aykırı yapay pozlara bakıyorum da, "Yaşayan, hareket eden" kadını çeken Nermi'yi "Ah şimdi olsaydın" diye hatırlıyorum..
Çekirdek kadro buydu işte.. Zaten minicik bir kadro ile çıkardık Erkekçe'yi..
Bu ana kadronun bir de destek kıtaları vardı tabii..
Bir defa Holly.. Holly ya.. O zaman bu ülkede her yabancı dergi satılmazdı.. İnternet falan da yoktu. Holly px'ten işimize yarayacak tüm dergi ve gazeteleri alır getirdi. Seçer, Kurthan Hoca'nın önüne koyardım.
Sevgililer Günü'nü ilk sunduğumuz o 82 şubat sayısının tüm materyalini Holly derleyip toplamıştı, mesela..
Sonra..
Bizim Süreli Yayınlara oturmamızı, yerleşmemizi sağlayan Serpil Demirtaş.. Her sorunumuza hızır gibi yetişen İdare müdürümüz Cumhur Cinpolat, dağıtımda harikalar yaratarak Erkekçe'nin tarihin en çok satan dergisi olmasını sağlayan Yıldırım Ünverdi.. Ankara'daki yorulmaz, tükenmez Mehmet Karabat..Ve reklam müdiremiz, hayır, İmparatoriçe Ceyda Eren!..
..ve de.. Erkekçe'nin ilk gününde benimle olup, sonuna kadar benden ayrılmayan tek kişi, tüm ekibin dert babası (Babaya bakın) Yasemin..
Amerikalılar "The last, but not the least" derler, türkçesi pek yoktur, ama o anlar.. En nihayet, ama en başta, tüm bu ekibi toplayan Ercan Arıklı..
Sevgili Mehmet,
İzin ver de ben de kadehimi, bu en sevdiğim, hiç unutmadığım insanlar için kaldırayım..
Adlarını burada andıklarım ve anamadıklarımla, tüm Erkekçe ekibi.. Şerefinize..
Hepinizi çok seviyorum..
40 yıl sonra...
İrfan Bıyık, her Sevgililer Günü'nünde bana şirin bir öykü yollamayı adet edinen Sevgili okurum.. Bu defa Richard Fawler'in "Tuzlu Kahve"sini sunuyor sizlere.. Çeviri bendenizin..
Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki.. Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı..
"Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.."
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı..
Kahveye tuz!..
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi..
Delikanlı anlattı:
"Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı.
İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri..
Kız da konuşmaya başladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak..
..Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii..
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü..
40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında..
"Sevgilim, bir tanem..
Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?.Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İşte gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı.
Lafı açıldığında birgün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının..
"Çok tatlı!.." dedi..
En Sevdiğim Laf
Birini seversen serbest bırak. Geri dönerse senindir. Dönmezse..
..zaten hiçbir zaman olmamıştır ki!..