Can Kıraç, Vehbi Bey'den çetin ceviz çıktı ve 'Asla spor arabamı satıp Anadolu'nuzu almam' dediğim otomobili bana sattı.
Vehbi Koç'la mesleğimin ilk yıllarında ve bazı resmi toplantılarda ayaküstü sohbet ederdik. Onunla ilk defa Mısır'da kaldığımız aynı otelde "oturarak" sohbet etmeye başladık. Koç, Mısır'a fabrikalarının ürünlerini satmaya, ben ise Enver Sedat'ın eşi Cihan Sedat'la röportaj yapmak, kurduğu "Çocuk Köyleri"ni gezmek ve bir düğüne katılmak için gitmiştim. O akşam lobide karşılaştığım Vehbi Bey'e "Hadi, sizi de düğüne götüreyim" deyince onu gölge gibi takip eden iki genel müdürü atıldılar: "Beyefendi saat 10.00'da yatarlar."
Sonradan tanıdıkça tanık olduğum çocuksu gülüşü yüzünü kapladı; Vehbi Bey, "Gelirim" deyince genel müdürler ses çıkaramadı. Gece yarısından sonra Vehbi Bey arkasında, ayakta bekleyen genel müdürlerin tüm müdahalelerine rağmen keyifle düğünü izledi ve bana teşekkür etti.
Vehbi Bey her görüşmemizde mutlaka elini ağzına götürüp kulağıma eğilir, benden gazeteciler hakkında bilgi alırdı. Özellikle üst düzey yöneticilerin özel yaşamlarındaki davranışlarını öğrenmek isterdi. Ben de daha çok özelliklerini en iyi bildiğim Abdi İpekçi'den bahsederdim ona. Abdi'yi sever ve sayardı.
Bir gün Vehbi Bey'in eski bir Avrupa güzellik kraliçesi ile evleneceği söylentileri kulaktan kulağa dolaştı. Ortak bir dostun cenazesinde Vehbi Bey'le yan yana duruyorduk. Bu sefer ben kulağına fısıldadım: "Sizinle evleneceğini söylenen hatun şu sırada bize doğru geliyor."
Vehbi Bey eliyle ağzını kapadı; güldüğünü belli etmemeye çalışarak; "Şu kraliçeyi göster de bakalım nasıl bir hatunmuş?" dedi.
Vehbi Bey'le nerede karşılaşsam her seferinde "Bir Anadol al" demeye başladı.
Hiç unutmam, 1967'de hayal ettiği "Anadol"u piyasaya çıkartınca ilk kurbanının Haldun Simavi olduğunu gazetelerde okumuştuk. Ama ikinci kurbanının kim olduğunu İngiliz Büyükelçiliği'nde öğrenecektim.
Yemekte yan yana oturtulmamı istediğini dostum Büyükelçi Sir Bernard Burrows'dan sonra öğrendim. Daha salatamıza başlamadan Vehbi Bey: "Leyla Hanım, inat etme; gel, bizim Anadol'dan bir tane al. Sana özel yaptırtırım" dedi. Ben de dayanamayıp: "Vehbi Bey, daha birkaç hafta önce aldığım fırınınız bozuldu. Keçilerin parçalayıp yediğini duyduğumuz Anadol'u niye bana aldırtmaya çalışıyorsunuz?" dedim. Hiç kızmadı; sadece gözlerindeki o hınzır çocuk gülümsemesini gördüm.
Ertesi sabah kapı çaldı; açtım. Karşımdaki iki adam uflaya puflaya 6. kata çıkardıkları fırını "Emir aldık; fırınınızı değiştireceğiz" dediler. Teşekkür etmek için aradığım Vehbi Bey, "Seni Tofaş Genel Müdürü Can Kıraç bekliyor; mutlaka bugün, saat dörtte orada ol" dedi. "Vehbi Bey, ölsem spor arabamı satıp Anadol'unuzu almam" derken, "Can'a çok ayıp olur, git" deyip telefonu kapattı.
O zamana kadar adını duymadığım Can Kıraç'ın odasına girdiğim zaman masasının üzerinde edebiyat eserleri gördüm. Onları karıştırırken içeri Can Kıraç girdi. Tabii hiç Anadol sözünü ağzına almadı. Ben de sohbetine, kültürüne hayran olmaya başladığım Kıraç'la ilk röportaj provamı uzattıkça uzattım. Eşinin okul arkadaşım olduğunu duyunca artık iki eski dost gibi sohbete daldık.
Tam oradan ayrılmak için ayağa kalkarken Can Kıraç, Anadol'un inanılmaz vasıflarından söz açtı. Ben de kendi arabama olan zaafımı anlattım. Ama o Vehbi Bey'den çok daha çetin ceviz çıktı. Bıkmadı, usanmadı, dil döktü; 2 bin 500'er lira taksitle 25 bin TL'ye "özel ilgi"siz bir Anadol'u ayaküstü sattı.
Birkaç ay sonra bir süre Amerika'da yaşamak için Türkiye'den ayrılırken niye talip olduğuna hayretler içinde kaldığım bir işadamına Anadol'u sattım. Şimdi ne zaman karşılaşsak o konuda hep şakalaşırız.
O yıldan itibaren çok yakın arkadaş olduğum Can Kıraç kısa bir süre önce yazdığı kitapta bizim Anadol maceramızı anlatıyor ve dostluğumuzu o arabaya borçlu olduğunu kendine has üslubuyla yazıyor. Vehbi Bey'le otomobil konusunu Anadol'la kapamadık. Türkiye'ye döner dönmez, tabii bu sefer tamamen Can'ın telkiniyle ufak Serçe'mi kullanmaya başladım. Ama her yıl, sacının inceliğinden delik deşik olan gövdesine harcadığım para arabanın fiyatını katladı. Sonunda o arabadan tatlı dilli bir şoför sayesinde kurtulabildim.
Karlı bir sabah, uçakla Paris'e gidiyordum. Köprünün açık olduğunu görünce kenarda duran bir taksi şoföründen üst yoldan beni kendi arabamda götürmesini istedim. Taksi ücretini alacak, beni havaalanına bırakacaktı. Yolda, alacakaranlıkta yüzünü seçemediğim, kendisini Fatih diye tanıtan gençten mesleğinden çektiklerini dinledim.
O sırada çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi İdare Müdürü arabayı Yeşilköy'den aldırtıp tamire gönderecekti. Fatih'in soğuktan donmasına gönlüm razı olmadı; arabayı gazeteye götürmesini söyledim. Sevindi; cebinden kimliğini çıkarıp gösterirken; "Ayıp, ayıp, seninle dost olduk; koy onu cebine" dedim.
Ertesi gün arabanın gazeteye gitmediğini öğrendim; bir süre Fatih'in hırsızlık yapabileceğine inanmak istemedim. Bütün Babıâli saflığımla alay etti. Ve 4 ay sonra Cemiyet'in önündeki trafik polisi; "Gözünüz aydın; sizin sarı kanarya, lastikleri, döşemeleri sökülmüş bir halde yolun ortasında sizi bekliyor" dedi.
Yıllar sonra Marmaris'te olanları Vehbi Bey'e anlatırken, "Aşkolsun Vehbi Bey, Türk halkının budala olduğunu kanıtlamak için bu kadar çürük araba üretmeniz gerekir miydi? Serçe Anadol'u bile arattı" deyince hiç kızmadı. Ama gülmesi de tutmadı. Sadece o sırada hangi arabayı kullandığımı sordu. "Renault"dan çok memnun olduğumu söyleyince; "Güle güle kullan" dedi. Onu son defa, o gün Marmaris'te çay içerken gördüm.
Bana çocuklarını asla öpmeden, şımartmadan büyüttüğünü söyleyen Vehbi Bey'in torunlarını, nerede ve ne zaman görsem bol bol öperek onun ruhunu şad ediyorum...