Dün telefon ihalesi yapıldı... Dudakları uçuklatan rakamlar telaffuz edildi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 70'lerdeki başbakanlığı sırasında yine ismiyle özdeşleşen ve "best of Demirel" arasına giren bir cümle sarfetmişti:
"Trilyonları telaffuz etmeye alışmalıyız.."
Sözünü ettiği "trilyonlar" kişisel servetlere değil, koskoca Türkiye bütçesine ait rakamlardı.. Aradan geçen sürede, trilyonlar kişisel servet ölçüleri içinde kaldı.
Adnan Menderes'in "her mahallede bir milyoner yaratacağız" sözü gülünç hale geldi...
Türkiye bütçesindeki "trilyon" kavramı ise devede kulak oldu... Öyle ki, şimdi bütçe, trilyonlarla da telaffuz edilemiyor... Onun için Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında ve "resmi" evrakta artık "Amerikan Doları" geçiyor. Dün de öyle oldu..
Tüpraş'ta da öyle olmuştu. Borsaya arzdaki birim fiyatı "dolar"a endekslenmişti... Bu aşamadan sonra, globalleşmeye karşı çıkanların şansı var mı? Ya da, "İngilizler otobüste paramızı (ve ulusal onurumuzu) yaktılar" diye dövünmenin anlamı var mı?
Elli yılda, ardarda "enflasyon ve devalüasyon" zinciriyle parayı "pul" edenlerle, parayı "kül" edenler arasında fazlaca bir fark var mı?
İşin "parasal ve ulusal" yanını irdelemek ekonomistlerin ilgi ve yetki alanında...
Ama biz "alosal" yanına bakabiliriz...
Baktığımızda, gördüğümüz manzara şaşırtıcıdır.
Son on yılda, "telefon" haberleşmesi alanında yaşananlar "gerçekten" şaşırtıcıdır...
Özal'ın "best of"u arasında sayılan sözlerini doğrularcasına "hayal bile edilemeyecek gelişmeler" olmuştur "telefon" dünyasında...
Ellerinde cep telefonu olmadan sokağa çıkmayan genç kuşaklar "zaten hep böyleydi" diye düşünebilirler... Oysa, öyle değildi..
Ve her şey çok hızlı gelişti.. 1960'ların başında bizim çocukluğumuzun orta yerindeki "durum"u "nirengi" olarak alabiliriz.
1960'tan 20 yıl öncesine ve yine 20 yıl sonrasına gittiğinizde fark o kadar da büyük değildir...
O, sizi bulunduğunuz şehirde verdiğiniz numaraya bağlardı. Bağlanmak için 15-20 dakika kadar beklemek zorundaydınız.
Şehirlerarasında bu bekleme süresi 2-3 saate kadar çıkardı.. Siz konuşurken, araya başka şehirlerle yapılan konuşmalar girerdi.
O zamanın sahne komiklerinin "Adana, çık aradan!" esprisi o günlerden kalmadır.. (Nedense; hep Adana girerdi devreye!..) Bizim çocukluğumuz manyetolu telefonla geçti..
Sonra üzeri "dairesel numaralı telefonlar" çıktı ortaya.. Şehiriçinde numarayı çevirebiliyordunuz; ama şehirlerarasında "santralcı" en büyük dostunuzdu hâlâ... (Tabii uluslararasında da!..)
Uzun gençlik yıllarımız da böyle geçti... Bu işte bir terslik vardı... Çünkü, dünya çoktan otomasyona geçmişti...
1970'lerin ortalarında televizyon haberciliğine başladığımda bir şeyi daha fark etmiştim.. Dünyada "görüntülü telefon" modelleri geliştiriliyordu.. Bizse, hala "Adana, çık aradan" diye bağırmaktaydık.. Bu çarpıklık, meslek hayatımızın ilk "gazetecilik denemesi"ne zorladı bizi..
Fark ettik ki, "telefon alanı"na büyük yatırımlar yapılıyor; ama haberleşmedeki ilkellik sürüyordu...
Ekip arkadaşlarımızla birlikte çıktığımız haber yolculuklarında hep duvara tosladık..
Yanlış giden bir şeyler vardı.. Randevu veren herkes kaçıyordu... O programın hazırlıklarından pek çok "hatıra çekim" kaldı elimizde.
Ama, program olmadı. (oldurulmadı...)
O günlerdeki tek yenilik, "9"lu otomatik hattı. O da sadece İstanbul-Ankara arasında geçerliydi.. "9"u çeviriyordunuz ve karşınıza çıkan "memur" sizi hatta bekletip Ankara'yı bağlıyordu.
Mucize buna denirdi.. Ankara bir dakika sonra karşınızdaydı.. Rahmetli Örsan Öymen, bu "büyük devrim"den yararlanarak bir televizyon programı bile yapmıştı. (Bkz: Söz meclisten içeri...)
Zaten bizim "hatıra" olarak kalan çekimlerimiz içinde; Ankara'da Örsan Öymen; İstanbul'da Bedri Koraman arasında gerçekleşen "9'lu telefon konuşması" şovu başı çekiyordu..
Seksenlere böyle gelindi... Evet, bir zamanlar herşey böyle değildi.. Ve biz o telefonlarla "hızlı muhabir"liğe soyunmuş bir kuşağın evlatlarıydık...
Özal'dan sonra telekomünikasyon alanında yaşanansa gerçek bir devrimdir..
Dün; herkesin, kulağında cep telefonlarıyla, yeni cep telefonu ihalesini izliyor olması bu devrimin resmidir... Ancak; milyar dolarlık yüksek teknolojilere ulaşmış olmak; kendi hayatlarımıza dair devrimi de gerçekleştirdiğimiz anlamına gelir mi?
Neyle konuştuğumuz kadar "ne" konuştuğumuz da önemli değil mi?
Asıl devrim, konuşmamızın aracı kadar konuştuklarımızın içeriğiyle de yaşanmış olmayacak mı?
Bunu niye mi söyledik..
Hiçç!.
Sadece, son günlerde polis zabıtlarına geçen bir cep telefonu konuşması aklımıza geldi de ondan:
"Allo... Arap; İngilizler Taksim'de; kap gel bıçağını!.."