Bir gün ölüp gideceğinin bilincinde olan tek canlı İnsan'dır, Arz yuvarlağı üstünde... Böylesi bir bilince sahip olmak da, yok olma korkusuna karşı; değişik dönemlerde, değişik inanç ve teselli denklemleri yaratmıştır.
Değişik dönemlerde değişik inanç ve teselli denklemleri...
Kendinden daha üstün bir gücün şefkatine ve mükafatına layık olabilmek için, neler yapılmasının gerektiğini gösteren değişik ve çeşitli yöntemler...
Bir zamanlar insanoğlu ateşi keşfettiğinde onun gücünü görmüş ve onu kutsamıştı...
Bir zamanlar da ilkel kabileler, kendi kökenlerinin ataları ve koruyucusu olarak bir hayvanı, yahut bir bitkiyi görmüşlerdi... Onları kutsamışlardı...
Ve yine bir zamanlar da, evrensel ve üstün bir gücün değişik tanrılar arasında bölüşüldüğüne inanılmıştı...
Eski Yunan'da, Zeus yıldırımların tanrısıydı, Neptün de denizlerin tanrısı...
Düşünürler, en sonunda tek Tanrı'lı bir döneme nasıl geçilmiş oluduğu üstünde de uzun uzun durmuşlardır. Biz bu analizlere değinmeyeceğiz...
Bizim ele almak istediğimiz konu başka..
İnsanlar inançlarının tartışılmasını istemezler. Böyle bir tartışmayı, inandıkları üstün ve yüce güce karşı bir küfür olarak görürler. Cezalandırmaya dahi kalkabilirler öyle bir kafiri.. Hele Yunus Emre, yahut Mevlana gibi mistik felsefenin derinlikleriyle de tam özdeşleşememişlerse..
İnsanların değişik inançlarını ve inandıkları üstün gücün şefkatiyle mükafatına layık olabilmek için benimsedikleri değişik yöntemleri bir yana bırakalım.
Ancak insanoğlunun "inanç" dünyası yanında, bir de ortak bir "akıl" dünyası var. Apis öküzüne tapan eski Mısır'ın, Piramitler'in mimarisinde ortaya çıkan akıl dünyası gibi..
Zeus'a, Hera'ya, Neptün'e tapan eski Yunan'ın, Pythagore'un çarpı cetvelinde de ortaya çıkan akıl dünyası gibi...
2000 yıl önce Hıristiyanlık, eski Roma'nın egemenliği altında gizli bir din olarak çıktı ortaya. Ve eski Roma, 300 yıl boyunca yakaladığı Hıristiyanları arslanlara yedirdi arenalarda..
Hıristiyanlık, kendi egemenliğini kurunca da; 1000 yıl boyunca, kendinden önceki eski Yunan ve Roma dönemlerini hem yok saydı; hem onlarla ilgilenmeyi, odunlar üstünde yakılarak idam edilmeyi gerektiren bir günah saydı..
Peki sonunda ne oldu? Sonunda Vatikan, insanlığın ortak olmayan "inanç" boyutuyla, ortak olan "akıl" boyutunu birbirinden ayırdı. Ve eski Yunan'la, eski Roma'nın "akıl" boyutuyla yeniden bir köprü kurdu. İsa'dan önceki dönemlerdeki insanlığın ortak "akıl birikimiyle" yeniden köprüler kurulmasına da, "Rönesans" denildi.
Böylece Kilise'nin; İsa'dan önceki dönemlerle, Rönesans'dan sonraki dönemler arasında sıkışmış olan; insan aklının ortak birikimlerine kapalı dünyasına, "ara dönem" anlamına, "orta çağ" denildi.
İslam ise Hz. Muhammed'den önceki dönemlerin tümünü "Cahiliye dönemi" saydı ve insanoğlunun değişik inançları yanında, bir de "ortak bir akıl birikimi" olduğu ayrımını benimsemedi. O nedenle de Hz. Muhammed'den önceki dönemlerdeki "ortak akıl birikimleriyle" köprü kurmaya pek önem vermedi. Başka bir anlatımla, İslam'ın Rönesans'ı olmadı.
Papa II. Jean Paul; Katolik Kilisesi, 3. bin yılına adımını atarken, Vatikan'ın 2 bin yıl boyunca işlemiş olduğu günahlar için Tanrı'dan af diledi. Yani ilk kez Papa olarak, Vatikan adına günah çıkardı.
Neydi bu günahlar?
İnsanların değişik inançlarına karşı bağnazlık edilip, onlara eziyetler edilmesi, savaşlar açılarak öldürülmesi..
Amerika ve Afrika'daki yerli halkın kültürlerine ve dini geleneklerine saygı gösterilmemesi, haklarının çiğnenmesi..
Yahudilere karşı tarih boyunca takınılmış olan acımasız tavır..
Engizisyon mahkemelerinin gaddarlığı ve kadınlarla çocuklara karşı uygulanmış olan baskılar...
Papa II. Jean Paul, Vatikan'ın 2 bin yıl boyunca "insan hakları"na karşı işlemiş olduğu günahlardan dolayı Tanrı'dan af diliyordu.
Yani efendim Vatikan Kilisesi, vaktiyle "insanlığın ortak akıl birikimini" benimseyerek, nasıl Rönesans'ı yaratmışsa; şimdi de insanların değişik inançlarına karşı daha anlayışlı olmayı benimseyerek, "İnsan hakları"yla bütünleşmeye doğru 2. Rönesans'ın köprüsünü kuruyordu.
İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık ayrı ayrı inanç biçimleri de olsalar, globalleşme sürecinin ortak sentezi içindeydiler...