Ne tuhaf bir ortak payda bu Avrupa... Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin adaylığına ilişkin kararı, hem Ankara'da Dışişleri koridorlarında, hem Fazilet Partisi Genel Merkezi'nde, hem de İmralı'daki cezaevi hücresinde aynı heyecanla beklendi.
Her biri farklı bir oyuncak hayaliyle gözünü Noel Baba'nın heybesine dikmiş çocuklar gibi, bambaşka beklentilerle, çok farklı yönlerden (dağdan, camiden ya da üniversiteden) bu noktaya gelmiş ve sonunda Avrupa kavşağında buluşmuşlardı. Artık hepsi ülkeyi düze çıkaracak, partileri açık tutacak, idam cezasını kaldıracak son ve tek çarenin Avrupa şemsiyesi altında bulunabileceğine inanıyorlardı.
Başka hangi "ulusal dava", bu kadar farklı rengi, aynı uçurtmanın peşinden böyle hevesle koşturabilirdi acaba?
İşte uçurtmanın ipine tutunduk sonunda... Yaşadığımız süreci, Batılı diplomatların pek sevdiği bir benzetmeyle ifade edersek, yıllardır yaptığımız iş, "smokinliler kulübüne kotla ve üç günlük sakalla girmeye çalışmak"tı.
Peki niye bir türlü kotu çıkarıp smokin giyemiyorduk?
Bu soruya en anlamlı yanıtlardan birini, geçen gün Avrupalı parlamenterlerin de katıldığı bir yemekte Dışişleri Bakanı İsmail Cem verdi:
"Soğuk savaş boyunca bir uzak karakol olarak görev yapalım derken, demokratikleşmede ve insan haklarında eksik kaldık" dedi.
Yani, "Sizi koruyalım derken treni kaçırdık" demeye getirdi.
Bugün önümüze konulan kriterler o zamanlar Avrupa'nın pek önemsediği konular değildi. Sınırı bekleyen itaatkâr bir bekçi onlara yetiyordu. Üniformalı olması tercih bile ediliyordu. Ne zaman ki koruduğumuz duvar çöktü, işte o zaman üstümüz başımız, saçımız sakalımız, kotumuz üniformamız Batılılar'a batmaya başladı.
Avrupa şimdi de başka beklentilerle, aralıyor kapıyı...
O sayede, "üç günlük sakal"la, idam cezalarını, işkence davalarını, çift rakamlı enflasyonları, askeri müdahaleleri sırtlayıp dayandık kulübün kapısına...
Türkiye için olduğu kadar, Avrupa için de bir travmadır bundan sonrası...
Ünlü İtalyan film yönetmeni Fellini bir tarihte, arkadaşımız Vivet Kanetti'ye şöyle demişti:
"İtalya'da biz, büyük bir tehlikenin terörünü ifade edebilmek için 'Mamma I Turchl!" (Anneciğim Türkler!) deriz. Türk, biz İtalyanlar için ne yapacağı kestirilemez, biraz kıyıcı alışkanlıkları olan bir tiptir. Çok güvenilmeyecek bir yabancı hem de bir istilacıdır."
İşte o "kıyıcı istilacılar", o "güvenilmez akıncılar", Avrupa kapısındalar...
Şimdi ne olacak?
Bunun cevabını bir gazeteden kesip saklamıştım. Şöyle diyordu:
"22 yıl dişinizi sıkın. Bu anlaşma refah ve saadet getirecek. Aklına esen elini kolunu sallaya sallaya Roma veya Paris'e gidip beğendiği herhangi bir otomobili permisiz gümrüksüz getirebilecek."
Haberin yayınlandığı tarih, 14 Eylül 1963... Yani Türkiye'nin AET'ye üyeliğini müjdeleyen Ankara Anlaşması'nın imzalanmasının hemen ertesi...
Aradan (değil 22), 36 sene geçti, neredeyse benim ömrüme tekabül eden bu süre içinde, ağızda sıkılacak diş kalmamasına rağmen, vaat edilen "refah ve saadet"i bir yana bırakın, şu "el kol sallayarak Roma'ya veya Paris'e gitme" işi bile gerçekleşemedi.
O günlerde Time dergisi, Türkiye'yi "Avrupa'nın fakir kız kardeşi" olarak tanımlıyor ve "Atatürk'ün bu dertli ve arzulu ülkesi her şey yolunda giderse ancak 1980'de (17 yıl sonra) tam üye olabilecek" diye yazıyordu.
Bugün gazetelerinizde benzer haberler okuyabilirsiniz. Aman dişinizi daha idareli sıkmaya hazır olun. "Her şeyin yolunda gitmesi", bizim buralarda pek rastlanılan bir durum değil çünkü...
Şimdi uzun bir "tıraş dönemi" başlayacak. Üç günlük sakalı kesebilmek, kotu çıkarıp, yerine smokin dikebilmek ve "yeni aday"ı partiye hazırlayabilmek için herkes dişini sıkıp zorlu bir mücadeleye girişecek.
"Atatürk'ün bu dertli ve arzulu ülkesi" için dertlerin arzulara karıştığı yeni bir süreç başlayacak.
Herkese kolay gelsin.