Falih Rıfkı, Orhan Seyfi, Behçet Kemal, Ahmet Ulus gibi basın mensupları, tek partili düzenin sürmesinden yanaydılar önceleri.
Hemen hepsi Türkiye'nin henüz demokrasiye hazır olmadığını ve çok partili düzende öncelikle "irtica"nın hortlayacağını ileri sürüyorlardı... Bu kanadın öncülüğünü Recep Peker yapıyordu.
Çok partili düzenin öncülüğünü yapanlar ise, CHP Meclis grubu içinde muhalefete başlayıp, sonra da CHP'den ayrılarak DP'yi kurmuş olan Bayar, Menderes, Köprülü, Koraltan, Sazak ve yandaşlarıydı.
1946'da, iktidardaki CHP'nin tüm baskılarına karşın; DP, Meclis'e 60'ı aşkın milletvekili sokunca, İstanbul basını nerdeyse el birliğiyle yeni partiyi tutmaya başladı...
Ben de tam o tarihlerde başladım çalışmaya Ankara'daki Ulus gazetesinde.
Falih Rıfkı başyazardı. Zehir zemberek yazılar yazıyordu Ulus'da... Bazen bizi Sıhhiye'deki evine çağırır ve kendine özgü yakamozlu bir üslupla durumun vehametini şöyle anlatırdı:
- Kuzum bana söyleyebilir misiniz ki, "irtica" hortlamadı. Eskiden şapka caddeden yürür, takke yan sokağa sapardı. Şimdi takke caddeden yürüyor, yan sokağa şapka sapıyor.
2. Dünya Savaşı'nın bitiminde neden Milli Şef İnönü, birdenbire çok partili düzene geçmeye karar vermişti?
Asıl soru buydu.
Çünkü 1921'de Moskova'da imzalanan 20 yıllık Gazi-Lenin dayanışma antlaşmasını yeniden uzatmak için, Ankara ancak 1945'de, Batı ile birlikte Sovyetler de galip geldikten sonra hareketlenmişti. Bizim o tarihlerdeki Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper'di.
Hem Başbakan Şükrü Saracoğlu'nun, hem Sarper'in eski Moskova antlaşmasını yeniden tazeleme istemlerini, Stalin'le Molotov reddetmişlerdi.
Buna gerekçe olarak da, 2. Dünya Savaşı sırasında Ankara'nın Hitler'le olan aşırı flörtünü göstermişlerdi.
İsmet Paşa Moskova'dan gelen ters tepkiler karşısında, vaktiyle Lozan'a karşı çıkmış ve Lozan'ı imzalamamış olan Washington'la ilişkileri iyice sıkılaştırmayı yeğledi. Hem de Potsdam antlaşmalarında, Türkiye için benimsenmiş olan "tarafsızlık" pozisyonunu iyice Batı kanadına kaydırarak...
Ancak tek parti diktasıyla bunu gerçekleştirme olanağı yoktu. Çok partili bir demokrasi görüntüsü vermek gerekiyordu Türkiye'ye.
Şu şartla ki, Marksist partiler yine eskisi gibi yasaklı olacaktı.
Evet ama, CHP iktidarının karşısına çıkacak partiler hangi zeminde sürdüreceklerdi muhalefetlerini?
Osmanlı tarihi içinde, -III.Ahmet döneminde olduğu gibi- sadece tüketim alanında yapılan yeniliklere, yoksulluktan ezilen halk, "bunlar gavur oldu" tepkisiyle karşı çıkmıştı.
Cumhuriyet de, Padişah'a ait "memalik"i, "Hazine arazisi" ve "devlet bankaları" etiketi altında kendi iradesine göre kullanmayı sürdürmüştü. Halk yığınlarının geçim düzeyini yükseltecek herhangi köklü bir alt yapı reformu yapılmamıştı. Cumhuriyet'i destekleyen "eşraf" zengin edilmişti sadece...
Marksist partilerin yasaklı olduğu, çok partili bir düzene geçildiğinde; tek parti diktasına karşı muhalefet,
-eskilerden kalma bir refleksle- "bunlar gavur oldu" çizgisine kaymayacak mıydı?
Böylesi tarihten gelen bir etki-tepki dialiktiğini pek kimse düşünmemiş ve bunun bir sentezini doğuracak, çağdaş bir ortam yaratmaya da kimse uğraşmamıştı.
Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra, sanıyoruz ki, Washington da böyle bir senteze yatkın durmakta...
Tüm eski azınlıklarıyla sarmaş dolaş, ılıman İslam profilli, laik bir Küçük Asya demokrasisi... Üstelik Avrupa Birliği'yle de bütünleşmeye dönük...
Bize kalırsa bunu gösteriyor gidişat...