Ama yine de zamana meydan okuyan karşınızdaki devasa ahşabın ihtişamını söze dökmek mümkün değil.
Bir kere, manevi değeri bir yana koyarsanız, Dolmabahçe Sarayı'ndan dünyada yüzlerce var bu masalsı yapının malzemesiyle ayakta kalabilmiş bir başkası daha yok.
1001 Gece Masalları'ndaki gibi bir atmosfer içinde olmasa da, devasa kitleselliğiyle ve masalsı görkemiyle öylesine çarpıcı...
Mermerin, taşın, granitin etkisi gücü malum. Ama som ahşap yapının sergilediği harikuladelik sözle anlatılır gibi değil.
Arkalı önlü iki cephesi de denizlere bakıyor. Türkiye'deki cümle saraylardan belki de birçok tarihsel anıttan bile daha yüksek.
İki yüzünde de göklere tırmanan oyma ağaç sütunları, kafesli cumbaları, geniş verandaları, ufuklara açılan pancurlu pencereleri, geçmiş zaman masallarının sihirbaz mimarlarınca cizilmiş hatlarıyla ahşap dev bir kanaviçe... Yerel ahali buraya kısaca "Yetimhane" diyor. Bu belki de binanın bugünlere uzayan zavallı yazgısına, "ismiyle müsemma" dedirten bir garip damga.
Aslında, yetimlik de hanelik de durumuna çok uygun. Zamanında savaşta ölenlerin geride kalan çocukları burada uzun süre barındırılmış.
Öncesi ise çok farklı.
Yapının büyüklüğü, şarkın bütün görkemini garbın gözüne sokma kararlılığından kaynaklanıyor zaten. Palas-otel olarak yapılmış. Uzun süre öyle hizmet etmiş.
Ama bugünün üniversitesi, dünün Darülfünun'unu da olabilir di, koca bir ordunun karargahı da ya da zenginlerin şifahanesi de.
Ama çok uzun yıllardır sadece ve sadece yüzlerce baykuşa hanelik yapan bir virane..
Mavi gökyüzü altında yeşil tabiatın, lacivert denizin ortasında yüz belki de yüz yirmi beş yıldır öylece durup durması, geçmiş zaman hanedanlarına, emperyal gururlara mahsup yapma telaşından olmalı.
Yoksa, bir kibrit alevine, bir sigara izmaritine, bir küçük şimşeğin kıvılcımına kurban gitmemesi tümüylü bir şans.
Yetimhane fazla bilinmiyor. Büyükada'nın tepesinde. Ama çevresini saran çam ormanı perdelemiş durumda. Osmanlı'nın çöküşünden beri yazgısını bekliyor.
"Böyle bir dünya şaheseriyle yurttaşlarımızın iftihar etmesi neden sağlanmaz..." diye sormak nafile.
Tarihin sefasını çıkarmayı bugünkü kuşakların bir çoğuna aşılamış değerli Çelik Gülersoy yıllardan beri bu soruyu soruyor.
Adalar'ın gayretli kaymakamı Mustafa Farsakoğlu da öyle.
Adaya gelen her Cumhurbaşkanı başta, her "devletlü"ye, Yetimhane için artık bir babalık yapılması gerektiğini anlatıp duruyor.
Ama bugünün prefabrik çözüm telaşında ve Kızılay çadırıyla çare üretme ortamında Yetimhane'ye kim bakar...
Hüseyin Rahmi Gürpınar'la büyümüş kuşaklar bile yazarın, otuz beş yıldır Heybeli'de ortada kalan evine ve eşyalarına bir sahip bulamıyorlar. Çünkü bürokrasi aşılamıyor.
Bürokrasi bürokrasiye takılıyor. Bürokrasi bürokrasiyi aşamıyor. Adliye bürokrasisi, idare bürokrasine tutsak oluyor, her ikisi maliye bürokrasisi önünde gözaltına alınıyor. Sonunda ise bürokrasi siyaseti teslim alıyor.
Kızılay bile bürokratik (ve aristokratik) bir zırha bürünüyor.
Ülkenin ekonomisinden tarihine, coğrafyasından eğitimine herkes bir bürokratik kilitlenmenin ortasında öylece kala kalıyor.
Her söz, her yazı depremim yarattığı silkinişin milat olacağıyla bağlanıyor. Bu yazının istisna olması için henüz bir neden yok.
Yetimhane'ye keşke sahip çıkılabilse...
Böylece, trafikten, teröre ve depreme dünyanın en çok yetim üreten toplumu olma niteliğimize, en uygun çözümün de sahibi olacağız.
Muhteşem Yetimhane sivil örgütler dahil herkesten babalık bekliyor.