Bir gece yarısı korkunç homurtunla kustun öfkeni, bin yıllık müminler toprağını yardın.
Esvapsız, öksüz, çaresiz sokağa döktün kullarını... Asrın en gaddar tokadını onlara reva gördün.
Taş üstünde taş bırakmayan gazabın enkaza çevirdi yurdumu...
Hiddetine amenna, lakin nerde merhametin?..
Hadi biz tövbekar olmadık, diklendik adaletine, sual ettik hükmünden, küfr'e ve günaha bulandık; ya ömrünü sana tapınmaya vakfetmiş kullarından ne istedin?
Külleri çimentodan bir cehennemin içinden çekip aldığı eşi ile iki oğlunu elleriyle kireçleyip gömerken "Ne yapalım, Allah'ın adaleti" diye boyun eğen ak saçlı ademoğluna nasıl kıydın?
"Yavrularımı bana bağışla Tanrım... Hiç olmazsa birini..." diye yakaran kadının kucağına iki evlat cesedi tutuşturmak mıydı ilahi adaletin?
Enkazdan kurtardığı yavrusu bu kez kolera ateşinde yanaren "Neden Allahım" diye inleyen anaya ne cevap verdin?
Onlar ki bir gün dahi asi olmadılar sana karşı, kader bildiler kederlerini... Dualarla uyuttular bebelerini... Ve sen uykuda yıktın evlerini başlarına... Sonra kimsesizler mezarlığına koydun. Kefeni, kitabeyi çok gördün.
Bir tek dozerler gitti cenazelerine; oğul kucağı yerine kepçelerle gömdün.
İşte o yüzden biz, o talihsiz kullarınla beraber toprağa verdik itikadımızı...
Buysa adaletin, bir daha adalet dilenmeyeceğiz senden... Merhametin bu kadarsa, al senin olsun!..
Bir sabır sınavıysa zulmün... Son olsun bugünkü...
... Bir sonraki sınavı geçemeyebiliriz çünkü...
Sen, denizini doldurup kumundan ev yapan, süreceği toprağa çürük temel atan, bir kat fazla ruhsat için oy kiralayan, talana dost, doğaya düşman, naçar, hilekar, cefakar, sahtekar, fedakar halkım benim...
Ne kadar acısam az sana, ne kadar övünsem az...
Sen, ölmüş eşinin yanı başında ameliyat yapan hekim... Sen, "Emir böyle" deyip göçükler caddesine uğramadan geçen iş makinesinin önüne yatan genç kız... Sen, yorgunluktan çatallaşmış sesiyle "kask ve kefen bezi gönderin" diye feryat ederken gözyaşlarını tutamayan yüzbaşı...
Siz, onların yardımına koşan yürek yürek insan, siz kazma kürek maden işçileri, siz komşusu açken aşı boğazına dizilenler... Tanıyıp bilmediği insanların elemiyle üzülenler...
Kör karanlıkta mihraba bakar gibi bakıp el köpeklerinin soluğuna, bir can belirtisi, bir ışık arayan biçare halkım benim...
Doldurduğun toprak mezarın, oturduğun ev tabutun olmuşken, Gölcükte, Sakarya'da, Değirmendere'de, on binler halinde yatarken betondan bir enkazın dibinde, bu kopmuş kollar, kesilmiş bacaklar, yitirilmiş canlar kuyusunda bir hiç uğruna ziyan olmuşken, sen nasıl hâlâ "alın yazım" diye inlersin; nasıl onca yalanı dinlersin yattığın yerden?..
Ey benim bağışlaması bol kavmim!..
Sen ki oğullar, kızlar etkin toprağa, biçildi oğulların kızların... Öylesine lanetliydin ki, hiçbir toprağa tutunamadın, yine göç yolları göründü sana...
Ey "katlandığına dağlar katlanmaz" halkım benim...
Bu ne bitmez sabırdır ki, yedi ceddini gömsen de toprağa, susarsın... Bu ne doymaz hırstır ki yedi ceddinin gömüldüğü toprağı hâlâ kazarsın...
Bilmez misin ki, talana ortak olunca, yalana göz yumdukça lanet seni de vurur günün birinde...
Görmez misin ki, sineye çektikçe, "alınyazısı" dedikçe, daha beter zulüm yağar üstüne...
Şairin dediği gibi, "-kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin, canım kardeşim..."
Ey ekmeğin değil, acıların üleşildiği, göçükler altında saat sayılan, ağıt yakılan, mal yağmalanan, ceset soyulan cennetim benim...
Teessürümün anavatanı...
Bilirim, ana sütü çağında toz yutmuş bebelerin, ölü gözlerle fışkırırken enkaz altından, hiçbir taziye sarmaz yaranı...
Nedametin faydası yok.
Yine de durmaz dilim, yalvarır sitemim:
Ne olur bir kez de gül artık yüzümüze... Bir kez de gül... Ne olur!