Sallanan yer, sallanan duvarlar, sallanan tavan... Hiç bir gücün karşı çıkamayacağını hemen anlayacağınız, sağır ve duygusuz bir kıpırdanmayla başlar deprem... Önce gözleriniz ampule dikilir... Açılarını gitgide genişleterek sağa sola gidip gelmeye başlar ampul... Masanın üstündeki sürahinin içinde bir yalpalanmayla, bardak çanak şangırdamaya ve yerlere dökülmeye başlar... Yirmi saniyenin sonu gelmez uzunluğunda, bir şimşek kamçısının zigzaglı çatlağı belirir tavanda, sonra bir çatlak, bir çatlak daha; derken, toz duman içinde fırlayan taşlarla tuğlalarla, bir anda tavan çöker, duvarlar yıkılır ve bastığın yer kayıp gider karanlık bir boşluğa doğru...
Neye uğradığını ve ne yapacağını şaşırmanın en hızlı can korkusunda, çaresizliğin son refleksiyle, bir yerlere seyirtmeye çalışırken, birden yıkılarak kıvrılıp kalırsın çöküntüler içinde... Yaşam bitmiş bitmemiş, bitmemiş bitmiş gibidir. Ve her şey kararıverir...
Richter ölçeğiyle 6 şiddetindeki son depremin ilk bilonçosu, haritadan silinen otuz dört köyle, bini aşkın ölü ve binlerce yaralıydı...
Türkiye Deprem Mühendisliği Komitesi Başkanı Prof. Yarar:
- Bu kadar can kaybı, yüz yıllık ayıbımızdır, demiş.
Prof. Yarar'ı onaylarcasına aynı saatlerde, Japonya'ya vuran 6.3 şiddetindeki depremde ne ölen olmuş, ne yaralanan...
Bir gün önce Amerika'da duyulan 7 ölçüsündeki depremde ise, biri kalp durmasından, sadece dört kişi yitirmiş yaşamını...
Bilim adamı:
- Bu kadar can kaybı, yüz yıllık ayıbımızdır, diyor.
Bize kalırsa su baskınlarından depremlere, araba kazalarından tüpgaz patlamalarına kadar uğradığımız belalardaki ölüm oranlarının dramatikliği, sanıldığı kadar "ayıp"la sıfatlandırılacak bir olgu değildir...
Toplumsal belleklerimiz, gerekli birikimi yapma ve kendini ona göre yönlendirme evresine henüz girmediği için oluyor bunlar...
Deneysel psikolojinin de alanına sokulan, sonuçlar var karşımızda...
Bildiğini tekrar edip durma döngüsü, dış etkenlerle tavrını değiştirmek için gerekli algılamayı henüz sağlayamıyor...
Bin yıllık deprem deneyleri, depreme karşı korunma reflekslerini bir türlü fiskelemiyor...
Hayvancılığımızdan el sanatlarımıza kadar, birçok alanda, bildiğini tekrar edip durma döngüsünün, kırılıp tazelenemediğini gözlüyoruz.
Bunun nedenleri, hücre yapısındaki protein yoksulluğundan, yani bazı fizyolojik sorunlardan kaynaklanıp; eski Osmanlı savaşlarının "yok olmayı" çok doğal bir hale sokan koşullanmalarından geçerek; kapalı köy toplumu yapısına kadar uzanan ve durmadan birbirini çemberleyen, geniş boyutlu bir koleksiyon oluşturmada...
Ne var ki, bu döngü artık kırılmaktadır. On yedi yıl önceki Varto depremine bir ayda yapılamayan yardım, bu kez bir gecede yapıldı...
Yirmi yıla kadar bizde de depremlerin yarattığı dramlarda büyük azalmalar olacaktır.
Bizim korkumuz, o süreç içinde eski çapaçullukların kümelendiği bazı büyük kentlerin, böyle bir felaketle karşılaşıvermesi...
Teknik, doğayı yenmek içindir.
Biz ise önce matematik bilmediğimizden; sonra da tekniği içimize sindirmediğimizden; araba sürerken de, tüpgaz kullanırken de, konut yaparken de, mezarlıkları çoğaltma yarışından vazgeçemiyoruz.
Sözün kısası, doğa ile insan arasındaki ilişkilerin ne olduğunu çakamıyoruz. Başkaları bu ilişkinin durmadan kendini aşan birikimine kültür diyorlar.
Not: 16 yıl önce yazılmış bir yazı... Özel Koleksiyondan...