Neyi anlatır ölümün hatırası?
"Nice ölümler taşıdım. Ama böylesi acısını, büyüğünü, çaresizini görmedim... Çarem de yok, mümkünüm de... Dolanıp duruyorum işte İzmit ile Yalova arasında..."
Hisareyn'de Gökkuşağı Sitesi'nin anlattığıdır:
"Pencerelerimin aynasına İzmit Körfezi'nde gezintiye çıkmış rüzgârın aksi vururdu. Çatılarım martıların, balkonlarım fesleğen kokularının, kapı önlerim yaşını unutmuş ihtiyarların, sokak aralarım çocuk çığlıklarının sığınağı idi. Adını, kendime ad yaptığım 'Gökkuşağı' da benim sığınağım. Kaç 'can' barınırdı kanatlarımın sıcaklığında? Kaç çocuk, kaç anne, kaç dayı, kaç hala, kaç nine, kaç dede? Hangi birinin adını, soyadını unutabilirim ki? Ali, Ayşe, Memet, Gülizar, Şayeste, Sadık, Hümeyra... Hangi birinin künyesi yoktu ki ömür defterimde? İşte bu defter yandı, kül oldu. İskeletimi oluşturan demir, çimento, kum, kireç; bedenimi sarıp sarmalayan kiremit değil artık...
Şimdi, bir avuç moloz yığını olarak duruyorum Hisareyn'de, bir yol kırağında...
Sekiz yaşındaki Ayşe'nin hatırası da duruyor bir avuç moloz olarak, 80 yaşındaki Sadık Dayı'nın hatıraları da... Bütün hayatımı, hayatımla birlikte martıların, fesleğenlerin, yaşını unutmuş ihtiyarların ve çocukluğunun uykusundan henüz uyanmamış çocukların hatıralarını da gömdüm depremin enkazına..."
"Kıyamet kopmakta..."
Gölcük'te Mehmet Ocaklı'nın anlattığıdır:
"Evimiz, anayolun üst başında. Bura halkı, temelinde Gürcü'dür. Ötekiler Kars'tan, Erzurum'dan, Antep'ten, Muş'tan, yani nasıl söyleyeyim, Anadolu'nun her yanından gelmiştir. Ben de görev icabı buradayım. Bizim mahalle biraz fakirdir. Bu yüzden de evler ya üç, ya dört katlıdır. Ama sahil kesimi altı, yedi, hatta sekiz katlı. Ben mesela 30 milyon kira verirken sahilde oturanların kirası 80 milyon... İşte bu rant yüzünden sahilde oturanlar üç kat evlerine üç kat daha çıktılar, dört katlarına iki kat daha... Her kat, bizim oturduğumuz evlerin iki misli kira getirmekte çünkü. Sonuçlarını görüyoruz işte... O gece, müthiş bir gürültüyle uyandım. Baktım, koca ev üzerime gelmekte. Sanırsın kıyamet kopmakta. Kopmakta ne kelime, şu halimiz kıyameti yaşadığımızın işareti değil mi? Neyse, üç yaşındaki kızımı aldım, bağrıma basarak fırladım sokağa... Bizim ardımızdan da hanım seyirtti. O geceyi, dışarıda bebemin feryatlarını bağrıma basarak geçirdik. Sabahleyin annesiyle onu Köseköy'de dayımgillere bıraktım. Artık uyku da haram bana, ağzıma bir lokma bir şey koymak da... İki gündür deli divane dolaşıyorum Gölcük sokaklarında. Enkaz kaldıranlara yardım ediyorum. Bak, dün ne oldu? Aha şurda, şu enkazı görüyor musun? İşte onu kaldırmaya çalışıyoruz. Bir kadın, anam yaşında olmalı. Beline kadar betona gömülü. O kadar çırpındık, uğraştık, didindik. Kadını kurtaramadık. Gözlerimizin önünde kadın, ruhunu tanrısına teslim etti. Bağıra bağıra öldü kadın. Kadın değil, sanki annem, anneannem, teyzemdi ölen. Saçlarımı yoldum çaresizlikten. Bu saç otuz yılda mı böyle ağardı, süne vurmuş buğday tarlasına döndü... Ah benim hayatım, gençlik yaşında saçlarına kırağı yağmış hayatım..."
"Nice ölümler taşıdım"
İhsaniye'de bir siren sesinin anlattığıdır:
"Nice ölümler taşıdım. Ama böylesi acısını, büyüğünü, çaresizini görmedim. Kaç gün, kaç saattir çırpınıp duruyorum İzmit ile Yalova arasında... Aydınlık ile karanlığın, gece ile gündüzün, rüzgâr ile suyun arasında... Umut ile umutsuzluğun arasında... Bir el, parmaklarının vadisini sel basmış; bir bacak, dizkapağında bir kan şelalesi; bir baş, sağ omuzuna düşmüş uykusunun gölgesi; bir omuz, sığınacak güvenli bir liman aramakta... O ele parmak istiyorum, bacağa dizkapağı, başa omuz, omuza bir makine gümbürtüsüyle çalışan yürek olmak istiyorum. Çarem de yok, mümkünüm de... Dolanıp duruyorum işte İzmit ile Yalova arasında... Sesim, benim sesim değil aslında... Sesim, dizkapağından kan yerine kireç sızan Fatma çocuğun, parmak uçlarından acı damlayan Hasan dayının, yüreğinden çaresizlik fışkıran Şayeste annenin sesi... Bir feryat ki, yankısı dağların zırhını delmekte, yuvası okyanusların dip derinliğinde, ben böyle feryat duymadım, görmedim, yaşamadım..."
"Yalova boşaldı arkadaş"
Yalova Uluslararası Çiçekçilik Parkı'nda, şimdi bir "çadır"da ikâmet eden Karslı Hıdır'ın anlattığıdır:
"Ben, Malazgirt Caddesi'nin öte ucunda, Hacı Mehmet ovasında oturuyordum. Bizim orda, yüzden fazla ev yıkıldı. Mahalle, harabeye döndü. Çünkü, neden dersen, tarım arazisine iskân izni vermişler. Altyapı diye bir şey, adam, benim gibi Kars'tan, Muş'tan gelmiş... Emekli olmuş da gelmiş... Kars'taki. Ağrı'daki evini satmış, üzerine de üç beş kuruş eklemiş, burada başını sokacak bir daire almış... Şimdi asıl memleketinde bir şeyi kalmamış... Buradaki de depreme gitti mi? Ne yapacak benim gibi bu adam... Yalova boşaldı arkadaş. Giden, akrabasının yanına gitti. Gitmeyen ise benim gibi işte bu parkta geri kalan ömrünün çürümesini bekliyor. İnanır mısın, günde yirmi milyon harcardım. Bak, kaç gün oldu, bütün param cebimde. Nereye harcayacaksın parayı? Bakkal, peynir topağını tezgâhın üzerinde kestiği haliyle bırakmış, indirmiş kepengi... Kasap, eti buzdolabına koymadan kilidi vurmuş kapıya... Hadi, eti aldın, domatesi biberi aldın, yemeği nerede yapacaksın? Yandı ömrüm, ateşe yandı, ben de ona yanarım, benim gibi..."
"Böylesini görmedim"
İzmit Körfezi'ni mekân tutmuş bir bulutun anlattığıdır:
"Dünyanın bütün dağlarında, ovalarında, vadilerinde seyahat ettim. Toprağını da gördüm, suyunu ve havasını da... Ama böylesini görmedim. Bu feryat, artık yakamdan düşmez benim. Yıllar ve yıllar yılı ayrılamam buradan. Bak, bedenim nasıl bebelerin, ninelerin gözyaşına kesti. Bulut değil, bir gözyaşı damlası olarak dururum burada. Bundan sonra yaşayanların gözlerine yaş, ölenlerin mezarlarına taş olurum... Unutmam, unutturmam hiçbirinin acısını da, çaresizliğini de..."
Refik DURBAŞ
|