kapat

14.06.1999
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
micro
Siber Haber
L E I T Z
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
Bayan Sabah
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 1999
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
ÇETİN ALTAN(caltan@sabah.com.tr )


Kavga

Bizim Türk hikâyeciliğinin en ileri şahsiyetlerinden Memduh Şevket'i çok küçük yaşta tanıdım ben. Milli Mücadele sıralarında İstanbul'dan Anadolu'ya kaçarken bizim pederin evine saklanmış da, o yüzden bizim pederi Bekirağa Bölüğü'ne mi atmışlar ne olmuş; velhâsıl evde sık sık anlatılan inkılâp modası kahramanlık hatıralarında, adı pek çok geçen bir aile dostuydu.

Bir gün Ankara'da kendisini ziyarete gitmiştim. O kelli felli bir amca, ben de acemi bir yeğen pozunda karşılıklı oturup sohbet etmiştik. Daha doğrusu o geniş kültürünün deposundan üzerime kepçeler boşaltmış, ben de kafamı sallayarak dinlemiştim. Dinlerken dinlerken sonunda aramızda küçük bir tartışma da çıktı ya, neyse o ayrı konu.

Biz konuşurken oda kapısının dışından sesler geliyordu. Evden birisi, Memduh Şevket'in iki üç yaşlarındaki torunuyla oynuyordu. İkide birde:

- Ya bu benim, diye bir lâf duduyorduk.

Çocuk mızıldanıyor:

- Benim, diyordu.

- Yâ benim işte...

Besbelli ki biri çocuğun oyuncağını almış, "Bu benim" diye çocuğu kızdırarak eğleniyordu.

Memduh Şevket:

- Bak, demişti, yeryüzünün mücadelesini dinle. Bu benim, hayır benim... Daha bu yaşta çocuğa farkına varmadan mülkiyet talim ettiriyoruz.

Memduh Şevket'in sohbete parantez açarak söylediği bu sözü hiç unutmadım.

- Bu benim.

- Hayır benim.

İki yaşındaki bebek, hayat kavgasına alıştırılıyordu. Kendisine ait şeyleri müdafaa etmesini öğrenmeliydi.

* * *

Mart'ın başı... Soğukça bir gece... Ankara'da Postahane Caddesi'nden aşağıya doğru yürüyordum. Hal'in kapısı önünden bir çığlık koptu. İki kişi cılız elektrik ışıklarının altında dövüşüyorlardı. Dövüşenlerden iri yarı olanının elinde bir bıçak parlıyordu. Bıçağı kaldırıp indirmiş, öteki bir çığlık atarak yere yıkılmıştı... Bıçak hâlâ kalkıp iniyordu...

En yakın karakola telefon ettim. Bir polis:

- Orası bizim mıntıka değil, dedi.

Sonradan öğrendim ki bıçağı yiyen ölmüş. Kavganın sebebine gelince... Sebep pek basitti. Ölen, öldürene küfür etmişti.

Küfür ne demekti, bir mevcudiyeti, bir şahsiyeti inkâr etmek, onun gururuna ait dokunulmazlığa tecüvüz etmek demekti. Küfür edilen de, mevcudiyetini isbat için onu inkâr edeni ortadan kaldırmıştı.

Küfürde şahsiyetimizin reddedilişini görür ve kızarız... Küfüre kızmamak için, ya kendi şahsiyetimize inancımızın çok fazla olması, ya şahsiyetimizin hiç olmaması lâzımdır.

* * *

Menfaat kavgaları, şahsiyet kavgaları... Bir de aşk kavgaları var.

- Sen beni az seviyorsun.

- Sen beni sevmiyorsun.

- Sen başkasını daha çok seviyorsun.

Haydi arkasından:

- Asıl sen beni sevmiyorsun.

- Asıl sen beni aldatıyorsun.

- Asıl sen beni anlamıyorsun.

Vurulan kapılar, akan gözyaşları... Sonra pişmanlıklar, aranışlar, özleyişler... Ne büyük saadetler, bir sinir salvosunun iki atımlık barutuyla târumâr edilmiştir.

* * *

- Bu benim.

- Hayır benim.

- Sen bana sövdün ha...

- Sövdüm, ne olacak...

- Al öyleyse...

- Sen beni sevmiyorsun.

- Asıl sen beni sevmiyorsun...

Bütün bunlar sonunda hep aynı kapıya çıkıyor:

- Ben, ben, ben...

Bir "Ben"in isbatına bir ömrü kavgayla harcıyoruz.

Not: 38 yıl önce yazılmış bir yazı... Özel koleksiyondan...

Yazarlar sayfasına geri gitmek için tıklayınız.

Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır