kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 24 Haziran 2007, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC

Aile Meseleleri

ELİF ŞAFAK
Pazar sabahı. Bu saatte rahat yataklarında uyuyanlara gıpta ederek dikiliyorum tren garında. Seneler var ki gelmemiştim buraya. Ama bugün farz oldu işte. KKKK'dan ötürü. Kayınvalideyle-Kayınbabayı-Karşılama-Komitesi'yim tek başıma. Elimde oyalanmak için aldığım gazeteler. İlanlarına kadar okudum satır satır. Tren tam 45 dakika gecikti. Gecikmese şaşardım ya. Bu çağda bir tek benim kayınvalidem ille de yataklı trenle seyahat eder, elinin altında daha hızlı ve rahat ulaşım araçları mevcutken. Ama kaynanam böyledir. Uçağa binemez. (Aman evladım, öyle havada kuş gibi rahat edemem!) Otobüse binemez. (Geçiyorlar direksiyon başına, uyukluyorlar sonra!) Arabaya hiç binemez. (Mazallah, ya karşıdan gelen sarhoşsa?) Ankara-İstanbul arasında feribot seferleri de olmadığına göre, tren tek yol. Neyse, beklerim, sağsalim varsınlar da... Varsınlar ve bir müddet bizimle kalsınlar. Kendi kendime gülümsemeden edemiyorum. Hiç böyle dört gözle beklediğim olmamıştı kaynanamları. Demek o kadar sıkılmışım evdeki ortamdan. Gelsinler de konuşsunlar bakalım kızlarıyla. Beni dinlediği yok, belki onları dinler. Nihayet tren perona yanaştı. Bir hengâme, bir hareketlilik etrafta. Yolculara odaklıyorum gözlerimi. Tahmin ettiğim gibi ilk inen yolcular arasında tanıdık bir sima var. Kaynanam, üzerinde uçuk mavi bir tayyör, omzunda pahalı olduğuna bahse gireceğim marka çanta, saçlar sımsıkı topuz, bir elini kondüktöre uzatmış, bir eli havada, tebasını selamlayan kraliçe edasıyla iniyor basamaktan. Hemen koşup karşılıyorum. "Hoşgeldiniz! Babam nerede?" Ne tuhaf. Kayınbabama "Baba" demekte hiç zorlanmadım bunca zaman da kaynanama "Anne" demeye gelince iş başka, bir türlü aynı doğallıkla çıkmıyor kelime ağzımdan. "Geliyor. Bilmez misin Adnan Bey'in huyunu? Yavaş adam, yavaş!" diyor, incecik alınmış kaşlarını kaldırarak. "Yol boyunca bulmaca çözdü durdu. Adnan Bey bi çift laf edelim, diyorum. Gömmüş başını kare bulmacaya, yok Romanya'nın plaka işareti, yok beş harfli binek hayvanı... Böyle mırıldana mırıldana geldik valla onca yolu." Aynı anda kayınbabam beliriyor yanımızda. Sırtımda bir şaplak. Her zamanki gibi güleç ve sevecen. "Nasılsın damat?" diyor, babacan bir tonla. Bavulları kapıyorum elinden. Ağır ki ne ağır. Adım gibi biliyorum hepsi kaynanamın eşyaları. Kayınbabam olsa olsa bir pijamayla birkaç parça kıyafet getirmiştir. Yeter. Yetinir. Ama hanfendi öyle mi... Kıyafetine uygun ayakkabısı çantası saç tokası aksesuarı... Imelda Marcos bir, benim kaynanam iki! Bu mülayim adamcağız böyle kapris abidesi bir kadına 34 sene nasıl dayanmış, utanmasam bir gün soracağım. "Araba dışarıda," diyerek yönlendiriyorum ikisini. Kaynanamın yüzü asılıyor hafiften. Ben ne kadar dikkatli kullanırsam kullanayım ona yaranamayacağımı bildiğimden, meseleyi kafama takmamaya kararlı, açıyorum bagajı. "Damat arabayı değiştirmişsin, hayırlı olsun," diyor kayınbabam. Kaynanadan çıt yok. Yerleşiyoruz. Önce bavullar, sonra biz. Kaynanam önde yanımda, kayınbabam arkada. Havalardan konuşuyor, sıcaklardan yakınıyoruz. En masum sohbet konusu. O da bitince küresel ısınmadan açılıyor bahis. Trafik, hava kirliliği, bu sene beklenen turist sayısı, memleketin ahvali... Esas konumuz hariç her şeyi konuşmaya hazırız. Havadan sudan ordan burdan konuşuyoruz da bir tek onların tek kızı, benimse dört yıllık karım olan kadından, Nalan'dan konuşmuyoruz. Birden sağ şeritteki Volvo sinyalsiz gamsız kırıveriyor önüme. Gayri ihtiyari basıyorum küfrü. Ağzımdan çıkanı duyunca kulaklarıma kadar kızarıyorum. Suç işlemiş ilkokul çocuğu gibiyim kaynanamın yanında. Bir sonraki trafik ışıklarında iki Çingene kız, ellerindeki gülleri satmaya çalışıyor. Bir an karıma bir demet almayı düşünüyorum. Ama aynı anda içimde bir öfke kabarıyor. Neden, nasıl bu kadar kızgınım karıma? Işık yeşile dönerken, gözümü yoldan ayırmadan esas konuyu açıyorum. "Nalan iyi değil pek..." Nihayet söyleyebildim. Kendi sesim kulaklarıma tuhaf geliyor. "Nasıl yani?" diyor kaynanam, ama yüzündeki ifade şaşırmadığının göstergesi. Tahmin etmiş olmalı. Apar topar buraya çağrılışının ardındaki hikmeti anlayacak kadar hayat tecrübesi var sonuçta. "Nalancığım n.... kızdır." Tam o anda öndeki hıyar kornaya basıyor. Duyamıyorum kaynanamın kullandığı kelimeyi. 'Nazik' mi, 'nazlı' mı? Beynimde 'n' ile başlayan sıfatlar geçit törenine çıkıyor. 'Narsist', 'nankör', 'nemrut'... Hangisini kullandı şimdi bu kadın kızını tanımlamak için? "Evet, ama doğumdan beri başkalaştı..." "Kolay değil, hormonlar, dengeler tamamen alt üst olur yeni doğum yapmış kadında," diyor kaynanam bilgiç bilgiç. "Anneciğim," diye kesiyorum sözünü. Kulağımı tırmalıyor bu kelime. Uzun zaman var ki ona böyle hitap etmemiştim. Ta nişanlılık günlerimizden bu yana 'anne' kelimesinin etrafından dolandım durdum. "Basit bir şey olsa sizi çağırmazdım. Ama durum ciddi. Zaten siz de göreceksiniz ya..." Kaynanamın kaşları çatılıyor. Dikiz aynasından bakıyorum kayınbabama, gözlerini kaçırıyor. Eve varana kadar konuşmuyoruz. Evde perdeler, tüller çekilmiş, kalın kadifeler de dahil. Bebek başka türlü uyuyamıyor diye bu vaziyetteyiz nicedir. Bebek kokusu, kaka kokusu, süt kokusu, göbek bağına sürülen tentürdiyot kokusu, depresyon kokusu sinmiş salona. Gene o suçluluk duygusu sıkıyor yüreğimi. Karımı en çok sevmek istediğim anda sevemediğimi hissediyorum. Âşık olduğum kadın gitti, yerine evde gecelikle dolaşan, memeleri sarkmış, evhamdan, takıntıdan yoğrulmuş, saçı başı dağılmış, aklı tamamen havalanmış bir başka mahluk geldi. Gene ağlamış galiba, gözler şiş şiş. Yeşil geceliği üstünde, rahat diye devamlı onu giyiyor, üzerinde lekeler. Karımla göz göze gelmemek için kenara çekilip, kayınvalideye yol veriyorum. Nalan ile annesi, karşılıklı duruyorlar kapının eşiğinde. Kayınvalidenin bakımlı tırnakları, noksansız makyajı, tren yolculuğunda bile bozulmayan saçları ile karımın perişanlığı arasındaki zıtlık görülmeyecek gibi değil. Bebek de havadaki gerilimi hissetmiş gibi ağlamaya başlıyor aynı anda. Onları bırakıp evden dışarı atıyorum kendimi. Sokakta bakımlı alımlı kadınlara bakıyorum. İçlerinden bazıları bakışıma karşılık veriyor. Kimsenin beni tanımadığı, sorumluluklarımın olmadığı bir şehirde açmak istiyorum gözlerimi. Şirketten izin alıp gitsem bir yerlere... On günlük bebeğiyle karısını bırakıp tatile giden kalpsiz adama kızıyorum. Midemde bir yanma. Ne demeye 'vicdan azabı' demişler ki bunun adına, 'mide azabı' demelilerdi suçluluk duygusuna. Gece yarısı eve geliyorum. Ettiğim ve edemediğim tüm haltları eşikte bırakarak süzülüyorum içeri. Salonda sızmış kalmışlar hepsi. Bir kanapede karım, karşı kanapede kayınvalide, koltukta kayınbabam, beşikte bebek... Birden merhamet duygusu sarıyor içimi. Yeniden seviyorum evimi. Halının üzerinde bebek gibi kıvrılarak yanlarında uzanıyorum.

Tek gözümü aralayıp bakıyorum. Uyuduğumu sanıyor. Bozuntuya vermiyorum. Leş gibi içki kokusu sarıyor ortalığı. Kim bilir nereden geliyor böyle? Şimdi gözümü açsam, dikilsem karşısına, "Ulan damat, nerdesin bu saate kadar?" diye başlasam... Bana düşmez. Kızımla onun arasında. Sonra "Kayınvalidem karışıyor," der. Mecburen sustum bunca zaman, içime attım evladım üzülmesin diye. Arabada gelirken "Nalancığım nazenin kızdır," dedim de boş boş baktı suratıma. Bir de diyor ki "Nalan çok değişti,". Değişir elbette. Sanki sen değişmedin. Ama suç benim kızımda. Zamanında uyarmıştım, "Bula bula bunu mu buldun?" diye, dinletemedim.

Kıpırdamadan duruyorum. Sırtım tutuldu ama kalkmıyorum. Varsın uyuduğumu sansınlar. Sessizce ağlıyorum. Ne annem görsün, ne kocam. İlaç milaç kullanmam ben. Post-natal depresyonmuş. Bir de tutmuş annemi çağırmış, başıma bekçi dikti aklınca. Kendi annem ve kocam, bir komplo içinde bana karşı. Vay efendim neden dadı tutmak istemiyormuşum? Evladımı yabancılar mı büyütsün? Kariyeri mariyeri bıraktım. Dışarı çıkmak istemiyorum. Kimseyi görmek istemiyorum. Bu sabah eski bir arkadaşım aradı. Cep telefonunda ismi belirdi ama açmadım. Ne konuşacağım? O bana aşklarını, heyecanlarını anlatacak. Ben ona ne anlatacağım? Bebek bezleri mi?

Koltukta hafiften horlayarak uyuma numarası yapıyorum. Aslında ben senelerdir aynı taktiği uyguluyorum. Karımın dırdırı, kızımın kırılganlıkları... Ne vakit daralsa çember, çekiliyorum içime. Takışmadan, uğraşmadan. Karımla kızım kanapede uyuyor. Damat geldi sızdı halının üzerinde. Havada bir gerilim. Her an birisi patlayıverecek. Anlamazdan geliyorum. Zihnimde kare bulmacalar. Yukarıdan aşağıya dokuz harfli iç sıkıntısı: Melankoli.

Beşikte gözlerim açık etrafı dinliyorum. Sağ yanımdaki kanapede annem, sol yanımdaki kanapede anneannem, karşı koltukta dedem, yerde halının üzerinde yatan babam... Hepsi de mışıl mışıl uyumakta. Acaba ben hayatlarına geldim diye mi böyle sarsıldılar, yoksa hayat zaten böyle sallantılı bir şey mi? Bilgi ve sezgiyle doğdum, ama unutmak zorundayım başlangıçtaki idrak seviyemi. Büyümek demek, her şeyi silbaştan öğrenmek demek. Hafif bir ürperti duyuyorum bu insanların arasında.

Pazartesi sabahı. Aile fertleri salonda uyanıyor, belleri boyunları tutulmuş, zihinlerinde dönen fikirlerden bitap düşmüş bir halde.