Bu da geçer
Geri dönüyorlardı. Tarihin en büyük göçünden sonra, havan toplarının ve uçaksavar mermilerinin delik deşik ettiği kentin sokaklarına geri dönüyorlardı. O soğuk karartma gecelerinde, üstlerinden vızıldayarak geçen mermilerin ışıltısı altında birbirlerine sarılmışlardı, açtılar, susuzdular, umutsuzdular ve korkuyorlardı. Hiçbir şey bilmiyorlardı yarına dair. Ne zaman öleceklerini ve ne zaman sakat kalacaklarını ve ne zaman yitireceklerini yakınlarını... Hiçbir şey bilmiyorlardı yarına dair. 'Yarın' yok olup gitmişti ömürlerinden. O soğuk karartma gecelerinden birinde, içlerinden birisi çıkıp fısıltıyla: 'Bu da geçer', dese, ne derlerdi acep? İnanırlar mıydı? Umutlanırlar mıydı boşu boşuna? Dudaklarında donup kalır mıydı bir buruk tebessüm? 'Bu da geçer!' Oysa; bu da geçti işte... Bitti... Beklenmedik bir anda. 'Artık hiç bitmez', denilen bir zamanda bitti. Bu da geçti. Ve şimdi dönüyorlardı. Tarihin en büyük göçünden sonra havan toplarının ve uçaksavar mermilerinin delik deşik ettiği kentin sokaklarına geri dönüyorlardı. Paramparça yüreği kan ağlayan Saraybosna, çığlıklarını içine gömmüş bir cenaze evinin vakur sessizliğiyle karşılıyordu dönenleri. Kentin eski çarşısında, savaş boyunca çalgısının tellerinden Adaçyo'yu eksik etmeyen pos bıyıklı, Hırvat viyolonselci, başını kaldırıp soruyordu çevresindekilere: 'Kim kazandı?' Soğuk mart rüzgârı yanıtsızlığın ayıplarını esip savuruyordu. 'Peki kim kaybetti?' Rüzgâr, yine rüzgâr... Lakin... Bu da geçti... Oğlum iki yaşındaydı daha. Dünyadan habersiz, halının üzerindeki oyuncaklarıyla oynuyordu. Gözü televizyondaydı. Gözüm televizyonda. O uğursuz günler... Yayını kesip verdiler: 'Abdi İpekçi öldürüldü.' Sonra başka ölüm haberleri. Sonra sayılar, sayılar... Artvin'de bir, Edirne'de üç, Sivas'ta beş... Oğlumun gözlerine baktım o an... Oyuncaklarıyla oynamaya devam ediyordu. Müthiş bir ümitsizliğe kapıldığımı hatırlıyorum. Nasıl bir dünyaya getirmiştik onu, nasıl? Biliyorduk ki hiç bitmeyecekti, hiç bitmeyecekti, hiç bitmeyecekti... Oysa... Bir gün... Bitti... Kim kazandı, kim kaybetti?.. Lakin... O da geçti... Rüzgârla savurarak yanıtsız soruların kum dağlarını... Bizim kuşak, haberciliğimizin ilk yıllarını Beyrut iç savaşıyla yaşadı. Lübnan karabasanı on yıllık Vietnam cehenneminden devralmıştı gündemi. Hiç bitmeyecekti Beyrut'ta savaş, hiç... Kimin kiminle dövüştüğü belli olmayınca, kimin kiminle barışacağı da bilinemezdi ki... Oysa bir gün, aniden, beklenmedik bir anda bitti... Kim kazandı, kim kaybetti?.. Lakin o da geçti... Rüzgârıyla savurarak yanıtsız soruların kum dağlarını... Şimdi... Hiç bitmeyeceğini sandığımız kâbuslu gecelerde uykusuz yaşıyoruz. Üstelik birileri körükle gidiyor Güneydoğu ateşinin üstüne üstüne. Ateş, yeryüzü cehennemine dönerse... Yitip giderse birileri gelmemecesine. Kim kazanır, kim kaybeder?.. Bir tek gidenler bilemez, bir tek gidenler göremez. Çünkü beklenmedik bir anda, hiç bitmeyeceğinin sanıldığı bir anda bilin ki... 'Bu da geçer...'
Geçti mi? Geçmedi mi? Ya da, nasıl geçti? Bilemem... Bildiğim; tam tamına on yıl önce yazılmıştı bu yazı bu köşede!.. Bu soru da öyle!..
|