Eski zaman... Büyükbaba mal varlıklarını, zenginliklerini Uzak Rumeli'de bırakıp İstanbul'un kıyısına göçmüş. Biraz buruk, biraz yorgun ve yoksul ama bütün incelikleriyle soylu bir hayat sürdürüyor ailesiyle.
Bayramlar gelince torununu ağırlamak başlıbaşına ayrı bir bayram oluyor büyükbaba için...
Bütün ev ahalisi küçük kızı şımartıyor, evdeki eşyalar bile suskunluklarını bırakıp dile geliyorlar sanki.
Yakınlarda panayır - lunapark bozması bir yer var. Büyükbaba torununa her gün sadece bir kez salıncağa binebileceği kadar para veriyor. Kız koşa oynaya lunaparka gidiyor. Ertesi gün yine aynı şekilde geçiyor.
Neden sadece bir salıncaklık harçlık?
Neden doyasıya tadını çıkartacak kadar para vermiyor torununa büyükbaba?
Çünkü o kadar parası yok, sınırlı...
Büyükbaba canını verecek kadar sevdiği torununu bir gün çok eğlendirip ertesi günlerde hem kendisini hem de onu üzecek bir duruma yol açmaktansa, verdiği harçlığı günlere bölüyor.
Sessizce zarif ve amaca ulaşan bir tercih yapıyor büyükbaba...
Bu gerçek öyküyü dinlediğimde (sanırım çağdaş edebiyatımızın önde gelen öykücülerinden Füruzan anlatmıştı) önce boğazımda bir düğüm oluşmuştu. Sonra çocuksu bir neşe sardı içimi!..
Ve dedim ki; işte tasarım dediğimiz şeyin güzelliği, hoşluğu, yararı!
Tasarım, tasarım, tasarım deyip duruyoruz son yirmi yıldır!
Peki nedir tasarım?
Tasarım "şuraya güzel bir sehpa koyalım!"dan, "bu bina olmamış canım, çok çirkin!"den, "kardeşim benim göz zevkim var!"dan çok fazla bir şeydir...
İpini koparmış gibi yaşamakla güzel yaşamak arasına kalın bir duvar örmektir tasarım...
Hayatı har vurup harman savurmak değil, kısıtlı olanaklardan uçsuz bucaksız ferahlıklar çıkartabilmektir tasarım...
"Al parayı! Bana ev yap, araba yap, gönlümü yap, hoplat, zıplat" demek değildir tasarım; büyükbabanın yaptığı gibi zarif bir hayat geometrisi kurabilmektir...
"Nasıl bir hayat istiyoruz?" sorusuna emek harcayarak hem içerik, hem de bir BİÇİM verebilmektir. (İşte o "biçim"in ta kendisidir tasarım, yoksa marka filan değil!)