Aziz Nesin köşe yazısı yazmayı neden bıraktı?
Aziz Nesin toplantı odasına girdi:
-Artık yazmak istemiyorum.., dedi.
Tuhaf olduk.
-Hayrola Aziz bey?
Gür saçları, sevimli yüzüyle çocuk gibiydi:
"-İstediğimi yazamıyorum. Bu beni sıkıyor..." Sonra unutamadığım şu sözleri ekledi:
"-Düşündüğümü yazsam size zarar verecek. Düşüncemi yazmamak bana zarar veriyor..."
1969'da, üç beş aylık Günaydın gazetesindeyiz. Gazete yayına başlamadan önce, hazırlıklar sırasında patronumuz Haldun Simavi'ye sormuştuk:
"-Gazetenin yazarları kimler olacak?
"-Tek yazar!.. Aziz Nesin" demişti.
1968 Kasım sonunda çıkan Günaydın'da tek köşe yazarı vardı: Aziz Nesin. 1968-69'da aya yolculuk heyecanı vardı; üstad "Eller Ay'a, Biz Yaya" başlığı altında yazmayı uygun bulmuştu.
1968-69'a göz atarsak: 1950'den beri Türkiye'yi yöneten feodal senyörler, "aşağıdaki halkın" duygularını paylaşmaya tenezzül etmediklerinden "Düzen değişmeli" kavgası yapılıyordu. O dönemde Aziz Nesin'in neler yazacağı malum?
Korkuyor muydu Aziz Nesin? Asla!.. Düşündüğünü yazdığından hayatının yarısını cezaevlerine gömmüştü. Mahpusluktan korkmazdı, ama ya gazete zarar görürse?.. Şimdi bu Günaydın gazetesi, çekincesiz yazdığı kendi Marko Paşa'sı değildi ki... Aziz Nesin sahibi olduğu Marko Paşa'da dilediğini yazardı. Sonra gazetesi kapatılır, Patron Aziz Bey önce tabutluğa kapatılır, ardından hapse atılırdı. Kendi kellesinden başkasını tehlikeye sokmazdı.
Şimdi yazdığı Günaydın'da 1000'den fazla çalışan ekmek yemekteydi. "Yazarların kendine özel inançları uğruna koskoca müessese ateşe atılamaz!" Böyle diyordu Aziz Nesin.
Çünkü Haldun Simavi kellesini koymuştu gazetesine... Pire kadar anlaşmazlık sonucu yorganı yakmış, sahibi olduğu 'Hürriyet İmparatorluğu'nu terk etmişti. Şimdi mutlaka başarılı olması gerekiyordu. Manen ve maddeten...
BİR PATRONUN GAZETESİNE KELLE KOYMA HİKAYESİDİR
1968 yılının Kasım ayının ilk haftasıydı. Cağaloğlu Alay Köşkü Caddesi'ndeki binadayız. Çalışanlar tembelleşmesin diye asansör yaptırılmamış. Lüks yok. Patronun odası; merdiven altında, iki karışlık yer. Bugünün gazete plazalarına göre, süpürge veya Arap sabunu gibi temizlik eşyaları konulabilir. Ufacık o odada patron ve gazete yöneticileri toplanmıştık. Bir basın kuruluşunun kaderi belirlenecekti.
Aldı sözü Haldun Bey:
-Çocuklar!.. Bu gazettanın (gazete demezdi) mutlaka 60 binin üstünde satması lazım. Yoksa gemi batar. Siz yüzerek sahile çıkarsınız. Ama ben... Ben kaptanım; kaçamam, selamı çakıp dibi boylarım.., dedi.
Dramatik andı. Donmuş dinliyorduk. Gazete çıkarmak çocuk oyuncağı değildi. İşlerin en acımasızı. Yüzde 99 riskli. Yüzde 1'i yakalarsan yaşarsın.
Patron devam etti:
-Maliyetimiz diğer gazetelerden yüksek. Çünkü 4 renkli baskı yapacağız. Diğer gazetelerden 4 kat daha masraflıyız. Gazete başına 25 kuruş bile maliyeti kurtarmıyor...
Gazetelerin; tipo tekniği ile ilkel ofset melezi, siyah beyaz yayınlandığı 1968 yılında büyük gazeteler 25 kuruştu.
-Çok satmaktan başka çaremiz yok. Bu yüzden gazeteciliğin en doğrusunu yapacağız. Sıfır hata ile.., dedikten sonra söylendi Haldun Bey: "-25 kuruş zor para be..." Çıt çıkmıyordu.
İşte o anda bir mucize oldu.
En kıdemlimiz Kayhan Türkçü ağabey zindancıları kıskandıran anahtarlığını küüüt diye masaya vurdu... Ve Günaydın'ın kaderini belirleyen şu sözleri söyledi:
-O zaman Günaydın 35 kuruş olsun!..
Hepimizin gözleri parlamıştı.
Patron heyecanlanmıştı:
-Başarır mıyız çocuklar?
-Başarırız!., diye söz verdik.
Başardık da.. İlk sayıdan itibaren kükreyerek yükseldik. Akılları durduracak kadar kısa sürede Türkiye'nin en çok satan gazetesi olduk. Diğer gazetelerden yüzde kırk pahalıydık. Sayfa sayımız onlardan azdı.
Okur; gazetenin kağıdını değil, içeriğini alır. Şişirme konularla sadece kağıt kirletilmiş olur. Para, şelale gibi sokağa dökülür ki: "Patronun cebini fare kemiriyor" demektir. Sonra acısı fena çıkar.
Gazete ekonomisi kuyumcu terazisi gibidir, hatayı affetmez. Kağıdın her santimetre karesini itinayla işleyeceksin. Konuları imbikle süzeceksin... Pahalı bir konyağı üretircesine damıtacaksın. Gazete öyle olur...
AZİZ AĞABEYİN USTURASI
Aziz Nesin bizim gazetedeki köşe yazarlığından caydıktan sonra Ustura adını verdiği eşsiz dergiyi hazırladı. Ustura, bir karışlık boyuyla yaratıcısı Aziz Nesin gibi minik bir devdi. Aziz Nesin'den sonra Günaydın uzun süre yazarsız kaldı. Epey sonra Necati Zincirkıran ağabeyimiz Günaydın'da yazmaya başladı. Günaydın'ın satışı da, prestiji de sürekli yükseliyordu.
Neden yükselir bir gazete?
O güne kadar gelmiş olan gazetecilik fikrinin otomatı gibi hareket etmezsin. Kendi kaderini kendin biçimlendirirsin.
İşte o zaman bu işin ustasısın...
İSTANBUL PRENSİ VE TULUMLU PATRON
Günaydın'ın 600 binlere yükselişi, diğer gazeteleri fena çarpmıştı. Basının erişilmez zirvesi Hürriyet'in satışı 350 bine gerilemişti. Hürriyet için 400 binin altına düşmek kırmızı alarmdı...
O sırada Hürriyet'in sahibi Erol Simavi, Haldun Simavi'ye bir mesaj gönderdi:
-Ağabey, babamızın gazetesi batıyor. Gel, anahtarları teslim al...
Erol ve Haldun Simavi kardeşler farklı karakterlere sahipti. Erol Bey "İstanbul Prensi"ydi, ağabeyi gibi tulumu çekip makine dairesine inmezdi. Erol Simavi hoşgörülüydü. Haldun Simavi sıfır toleransla yönetirdi. Hiç gözükmez, kimselerle konuşmazdı. Erol Bey ise arkadaş grubu ile gazinoları gezer, hatta Fahrettin Aslan'la masaya oturur, Maksim'e sanatçı kadrosu bile yapardı. Erol Simavi gazeteciliği iyi bilirdi. Ancak, başarıyı paylaştığı ağabeyi gittikten sonra yalnız kalmıştı.
Velhasıl Hürriyet sarsılmıştı.
Ağabey Haldun Simavi bir sabah Günaydın'dan çıktı ve yürüyerek Hürriyet'e gitti.
Hürriyet'tin toplantı odasında heyecanlı bir bekleyiş vardı.
Haldun Bey'in "zarf atma taktiği" vardı. Konuyu açar ve kendisi bilmezmiş gibi herkesin fikrini sorardı... Kişileri cevabına göre değerlendirirdi; "kim işe yarar veya (kendi deyimiyle) kim enayi.." anlar, kafa defterine yazardı.
Hürriyet'in üst yönetimine sordu:
-Gazeteyi toparlamak için ne yapmalı?
Mesleğimizin en saygın isimlerinden rahmetli bir ağabeyimizin (ismi gerekmez, konumuz gazetecilik anlayışındaki farklar) önerisi şöyleydi:
"-Köşe yazısına önem verelim. Birinci sayfaya günün yorumunu yazayım..."
Haldun Bey önündeki kocaman siyah beyaz fotoğrafı öneri sahibine uzattı:
-Al bakalım! Şu eşşşeğe bir makale yaz!
Fotoğrafta bir eşek görülüyordu. Vurmuşlardı sırtına teneke kutuları.. Tenekeler kule gibi yükselmişti. O ağabeyimiz kıpkırmızıydı. Çok kırılmıştı.
Haldun Bey, "-Kırılma, dinle.., dedi. "Eller aya giderken, biz İstanbul'un göbeğinde eşekle nakliyat yapıyoruz. Bu görüntü Türkiye'yi binlerce kelimeden daha iyi anlatmıyor mu?.. Bu fotoğrafı açan bir yazı yazarsan kim okumaz ki?..
Okunmayan yazılarla kendimize değil, okura gazetecilik yapalım.." dedi.
Sonuç; İki üç muhteşem rötuşla Hürriyet kendine geldi. Bilginin zaferi... Sonra Günaydın'a döndü bizim patron.
2001 yılındayız. 33 yıl öncesini neden hatırladım?
Hürriyet'in Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök, bir yazı yazdı: "Genel yayın müdürleri, gerektiğinde yazarına müdahale ederse sansür mü saymalı? Yoksa bu görevinin gereği midir?" diye nezaketle soruyordu.
"Görevidir!.." derim. Yazarın limitsiz özgürlüğü sonradan zuhur etti. Ve bu mantıksızlık kitle gazetelerine zarar verdi.
Okur; ilk halini beğenip yıllarca tiryakisi olduğu gazetesinin sonradan karmaşıklaşan kişiliği karşısında şüpheye düşer: Acaba başka bir gazete mi aldım?
Gazetelerin köşelerine sızanlar arasında ülkenin bütün değerlerini sinsice gözden düşürmeye çalışanlar var. İrtica, bölücük, din, ulusal güvenlik ve ordu, demokrasi, cumhuriyet, Atatürk ilkeleri gibi hayati konularda mayın döşeyicilik yapıyorlar.
Ve toplum ahlakına aykırı, okuru kaçıracak kişisel yazılar yazılıyor... Bunlara nasıl "Dur!" denmez.
Ve ayrıca öyle kalitesiz köşe yazıları var ki...
Ve ayrıca meslektaşlarına terbiyesizce saldıranlar.
Bir de; çok kişisel, kimseyi ilgilendirmeyen salya sümük, küfürlü kağıt israfı yazılar var. Bu tip yazılar, Londra, Paris, New York metrolarında "underground gazete" denilen ve elden satılan "amatör yayınlarda" ancak yer alabilir. Fotokopi makinesi ürünü, abuk konulu kağıt parçalarının hem yayıncısı, hem satıcısı olanlar ayrı bir kolonidir. Uyuşturucu parasını çıkarmak için anlaşılamamış-entellektüel-idealist gazeteci (!) numarasına yatmışlardır.
BOZUK SES ARMONİYİ BOZAR
Özgürlük tartışılmaz. Yazarın özgürlüğü güzeldir. Limitsiz olamaz. Kalem mastürbasyonu gazeteleri batırır. Yazar, gazetesini köstekleyemez. Gazeteler, yüzlerce elemanın görev yaptığı senfonik orkestralar gibidir. Armoniyi bozan akortsuz tek ses orkestrayı yuhalatır.
Gazeteler yazı işleri yönetmenlerine emanettir. Onlar; ülkelerini ve gazetelerini korumakla sorumludur. Bazı gazetelerde 60-70 yazar var. Bu kadar çok dahiye sahip olsaydık batmazdık.
Yer açsınlar da, okumaya doyum olmaz gerçek yazarların, yazarlığı hak etmişlerin köşelerini kolay bulalım.