kapat
07.04.2001
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi

banner

Dünyadan
Spor

Magazin
Astroloji

Para Durumu
Hava Durumu

Bizim City
Sizinkiler

Sarı Sayfalar
İstanbul

Cumartesi Eki
Pazar Eki

Künye
E-Posta
Reklam
Arşiv

A T V

Win-Türkçe
ASCII

Garildi
 

Mirasyedi borçla iflah olmaz


"Devletçe ve milletçe ölçülerimizi kaybettik" diyen Prof. Halil İnalcık, önlem alınmazsa ülkenin Sovyetler benzeri çöküşe sürükleneceğini söylüyor: "Devlet Osmanlı'daki gibi krizden kurtulmak için yeni borçların altına giriyor"
Yaşadığımız kriz, Osmanlı tarihindeki hangi dönemi hatırlatıyor size?

Tarihimizde böyle büyük bir buhran, aynı biçimde bir siyasi-ekonomik çöküş ile başladı. 1593-1610 yıllarında milli para akçe yüzde yüz değer kaybetmiş, geliri birdenbire düşen askeri ocaklar ve tımarlı sipahi isyana başlamış, Osmanlı akçesi yerine piyasayı yabancı paralar, Hollanda Riksdalları (aslanlı kuruş) ve İspanyol Riyalleri istila etmişti. Ücretli Sekban ve Saruca bölüklerine para bulunmadığından Anadolu'da baş kaldırararak şehir ve köyleri yakarak bir kaos meydana getirdiler.

Devlet, İran ve Macaristan cephelerinde savaşıyordu galiba?

Doğru. Masraf ziyadesiyle arttığı, devlet gelirleri ise yarı yarıya düştüğü için korkunç bir mali çöküntü ortaya çıktı. Ulufelerini alamayan Sipahiler ve Yeniçeriler sık sık isyan halindeydiler. Bu bunalım, Osmanlı Devleti'nin bir daha ayağa kalkmayacağı bir çöküş dönemine (1593-1656 devresinde) yol açtı. Bu perişanlık devri, Köprülü Mehmed Paşa'ya diktatörlük yetkileri verilerek, sert önlemlerle nihayete erdirilebildi.

HASTA ADAM
Neyse ki bugün savaş içerisinde değiliz.

Çok şükür. Fakat milli parada enflasyon ve devamlı değer kaybı, yabancı paraların piyasayı istilası, dar gelirlilerin umutsuz bir duruma düşmesi bakımından bu iki benzeri dönem bizi ciddi düşüncelere salıyor. Bir "ekonomi diktatörü" bulduk ve kurtuluşu ondan bekliyoruz.

Türkiye için, dünya medyasında yeniden hasta adam sözü tekrarlanmaya başladı. Bugünkü krizi uzun vadeli bir çöküş olarak mı düşünüyorsunuz?

Türkiye, hasta değildir, ümit edelim ki sadece büyüme krizleri yaşamaktadır. Fakat dikkat edilmez ise içinde bulunduğumuz siyasi-ekonomik kriz uzun süreli bir çöküşün başlangıcı olabilir. Karamsarlara göre bu kriz, önlem alınmaz ise ekonomik sosyal ve siyasi boyutları derinleşebilir ve Türkiye, Sovyetlerin çöküşünde görüldüğü gibi felaketli bir çöküş dönemine girebilir. Ekonomide daralma, işsizlik, fakirlik, sosyal patlamaları ve kargaşayı getirebilir.

Böyle bir durumu önlemek için ne yapmalı?

Karamsar olmaya gerek yok. Türkiye, son 20-30 yıl içinde, özellikle dünya ekonomisindeki kökten değişikliği zamanında yakalayan bir başbakan, iç ve dış siyaseti usta bir kaptan gibi muhtıralardan çekip çıkaran bir deneyimli Cumhurbaşkanı sayesinde birçok ülkeye örnek olacak gelişme düzeyine erişti. Son krizle bu durumu kaybetmek tehlikesi var. Devletçe ve milletçe ölçülerimizi kaybetmiş durumdayız. Zayıf plansız bir devlet idaresi, lükse ve tüketime yönelen bir azınlık enflasyon sonucu gelir dağılımında son derece haksız bir gelişme, enflasyon, yüksek faiz, rant ve spekülasyonla dengesi bozulan bir sosyal yapı, bütün bunlar bugünkü krizin derin kökenleridir. Bunları, söküp atmaya kalkınca da bütün yapı sarsılacaktır, sarsılmaktadır. Devletimiz ve halkımız, Osmanlı rejiminde olduğu gibi sonunu düşünmeyen, borçla yaşayan bir mirasyedi gibi hareket ediyor. Galata sarrafları eli ile Fransız bankalarından yüksek faiz ile borç alıp, 3. Napolyon'un sarayı gibi bir saray yapmak Sultan Abdülaziz'in hayali idi. Bugün Türkiye'nin dış bankalara yüz milyar doları çoktan aşan bir dış borç vardır. Ve krizden kurtulmak için yeniden büyük borçlar içine girmek için savaşıyoruz. Bir mirasyedi hiçbir zaman borçla iflah olmaz.

ORTA SINIF BİTTİ
Sizi rahatsız eden savurganlık manzaraları neler?

Kamu sektöründe müsteşar yardımcılarına kadar, şoförü ile bir makam arabası tahsisi, altından kalkılamaz savurganlığın misali. Krizden hemen önce memleketimize 250.000 yabancı araba ithal olunmuş ve halen lüks yabancı araba almak için uzun bir kuyruk beklemekteymiş. İtibarı, makamda ve gösterişte aramak, Osmanlı'dan gelen bir hastalıktır. Halkımız arasında ve kamu sektöründe rasyonelliğe yönelmek zorundayız. Son kez, TBMM, lüks toplantı salonu ve kırmızı koltuklar reformunda halka güzel bir misal verdi. Halkının büyük bir bölümü, memuru, işçisi fakirlik düzeyine düşmüş bir memleketin en yüksek idare kurumu "kıyak emeklilik" için o derece ısrarlı bir mücadele içine girmeyecekti. Japonya, Avrupa karşısında 19. yüzyılda kalkınma mücadelesine girdiği yıllarda bakanlar maaşlarını devlete bırakıyormuş.

Bu günleri Kurtuluş Savaşı günlerine benzetenler var...

Kaynakları kısır, yapılanması noksan bir memlekette serbest piyasa ekonomisi, enflasyonist bir para politikası, bir taraftan ekonomik büyümeyi kamçılarken, öbür yandan servet dağılımını anormal bir sürece sürükledi, orta sınıf silinip gitti. Bütün ekonomik sektörler, tarım, sanayi, hizmetler iflas halinde. Devletin ve her Türk vatandaşının, yurt çıkarları için seferberlik azmiyle savaşması lazım. Tek kurtuluş yolu bu.

Koçi Bey'den beri mücadele aynı
17. yüzyılda devlette bozulmayı araştıran Koçi Bey'den bu yana hiçbir şey değişmedi. Rüşvet, çıkar ilişkileri yine var

Tarih tekerrür mü ediyor?

Tarih tekerrür etmez. Osmanlı Devleti'nin koşulları ile bugünkü durum mukayese edilemez. Bununla beraber toplumlarda, gelenek ve davranışlarda devamlılık vardır. Bugünkü koşullar değişmezse uzun süreli bir çöküş dönemine girebileceğimizi söyleyebiliriz.

RÜŞVET BELASI
Peki Osmanlı'dan bugüne neler devam ediyor?

Osmanlı saltanatında padişah, ülkeyi kendi mülkü ve halkı kendi kulları sayardı. Padişah, kanun koyucusu, kanun nizam üstü bir otorite idi. Dolayısıyla idare, kurallara değil, kişisel ilişkilere bağımlı idi. Yüksek otorite sahibine yaklaşmak, onun nabzına göre şerbet vermek, dedikodu, gammazlık ve iftira, lütuf ve inayete erişmek, rakibi alaşağı etmek için başvurulan her araç siyaset sayılırdı. Bir yanlış söz veya hareket padişahı harekete geçirir, bütün devlet mekanizması sarsıntıya uğrardı. Buna karşı modern devlet, yerleşmiş kurallara ve o kurallardan başka bir otorite tanımayan bir bürokrasiye dayanır. Siyaset, objektif kurallar içerisinde belirlenir.

Tabii teoride böyle. Uygulama bizde farklı oldu hep.

Memleket, 1839'da Koca Reşid Paşa'dan beri böyle bir idareyi, bir anayasa rejimini kurmak için savaşıyor. Ama Osmanlı'yı, yerleşmiş geleneği, alışılmışları aşmak kolay görünmüyor. Koçi Bey gibi 17. yüzyılda devlette "tagayyür ve fesadı", bozulma sebeplerini inceleyen devlet adamları, rüşveti baş suçlu olarak gösterdiler. Rüşvet, verilen otoriteyi kişisel çıkar için kullanmaktır. Bugün de Türkiye, bu bela ile çalkalanmıyor mu? Kişisel ilişkiler, dedikodu, siyasetin temel olguları şeklinde devam etmiyor mu?

Doğu Batı dergisinin Nisan 2000 sayısında ülkenin durumuyla ilgili tespitleriniz vardı. Siyasi istikrarsızlığı en büyük sorun görüyordunuz.

Evet. Siyasiler, halkımızı iki zıt kampa ayırmakta yarış halindeler. Devlette otorite birliği kalmadı. TBMM ve hükümetleri sürekli prestij kaybına uğramakta. Koalisyonlar, otoritesi zayıf hükümetlerdir. Programları birbirine yakın partiler birleşecekleri yerde kıyasıya bir rekabet halindedir. Parti başkanlığı saltanatı, Türk siyasi hayatını ifsat eden başlıca hastalıktır. Batı'da parlamentolar, büyük davaları özgürce savunan büyük hatipler, vatansever liderlere bir platform hizmeti görmüşlerdir.

BİRLİK PRENSİBİ
Bizde asla değişmeyen parti başkanları buna imkan vermez.

Ve kendisine rakip olabilecek değerleri seçimde elemeye çalışır. Milletvekilleri, gelecek seçimde liste başına geçmek için başkana candan bağlı olduklarını göstermek zorundadır. Meclis kapısında toplanıp başkanın elini öperler. Devlet otoritesinde birlik prensibi esastır. Türkiye son 10 sene içinde, belli sebepler yüzünden otorite bakımdan çok başlı bir rejime sürüklendi. Devletin birlik içinde yürümesi gereken organları zaman zaman karşı karşıya geldi. Cumhuriyet tarihimizde siyaset ve ekonomi alanlarında kilitlenme ve çözümsüzlük dönemleri yaşadık ve yaşıyoruz. İstikrarsızlık, anarşi ve kaos korkusunu gündeme getiriyor. Her 20-25 senede darbeler böyle bir kaostan kurtulmak için zorunlu bir çözüm gibi gelmekte, fakat bu ara rejimler de yeni krizlere zemin hazırlamaktadır.

Halil İnalcık kimdir?
1916 doğumlu Halil İnalcık, yaşamının çoğunu tarih çalışmalarına adamış, uluslararası platformda da tanınan ünlü bir tarih profesörüdür. 1993'ten itibaren Bilkent Üniversitesi'nde, kuruculuğunu üstlendiği Tarih bölümünde öğretim üyeliğini devam ettiriyor. Sadece Türkiye'de değil, Harvard ve Columbia gibi, Amerika'nın dünyaca tanınan üniversitelerinde de ziyaretçi profesör olarak görev aldı. Birçok ilmi cemiyete, Türk Tarih Kurumu ve The Royal Asiatic Society bunlardan ikisi, şeref ve asli üyeliği olan Halil İnalcık'a aynı zamanda hem ulusal hem de uluslararası üniversiteler, Boğaziçi ve İsrail Hebrew Üniversitesi gibi, tarafından fahri doktora ünvanı verildi. "History of Humanity" ve "The Ottoman Empire and its Heritage" editörlüğünü üstlendiği yayınlar arasında.

Nuriye Akman

nuriyeakman@hotmail.com

 
İstanbul 2008 Olimpiyat Oyunlarına seçilebilicek mi?

Kesinlikle Evet. En güçlü aday İstanbul ve bu sefer seçilecek.
Hayır. Rakip ülkeler daha üstün özelliklere sahip İstanbul yine yenilecek.
İstanbul başarılı olabilir ama Uluslararası Olimpiyat Komitesi İstanbul'u seçmeyecek.

 

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır