kapat

19.06.2000
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
Magazin
Superonline
Sabah Künye
Atayatirim
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İstanbul
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
E-Posta

Turkport
1 N U M A R A
Sabah Kitap
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 2000
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
ÇETİN ALTAN(caltan@sabah.com.tr )


Şöyle keyifle gerinir gibi...

Hava ayaz olmadığı zaman, Kadıköy vapurlarının çevresini dolanan açıktaki yan sıralar, özellikle akşam saatlerinde insana, "iyi ki yeryüzüne gelmişim" dedirtecek kadar, yaşam kıvancının derinliklerindeki nedensiz sevinçlerle dizdize gözgözedir.

Topkapı'nın kubbeleriyle Ayasofya'nın minareleri ve Sarayburnu, homurtuyla şıpırtı arasında vapurca bir sesin ahenginde, yüzlerce yıldan uzanmış milyarlarca bakışın görünmez ışıklarıyla donanmış gidibir...

Kabara oynaşa uzaklara doğru maviliklerle bütünleşen sular, tuzlu yosunlu deniz serinliğinin İstanbul'unda, avuç arası bir kibrit çakısıyla bir sigara daha yaktırır adama...

Günlük aşınmışlıklardan arınmadıkça, hiçbir güzel kenti tatma olanağı yoktur. Günlük aşınmışlıklardan arınmak ise, bir süre yaşam çerçevesini değiştirmekten geçmede...

Bir dilim beyaz peynir, bir bardak demli çay, eski alışkanlıkların eskimiş koltuklarıyla, lambaları, birikmiş özlemlerle öyle bir sarıp sarmalar ki insanın yüreğini; eğilip tek tek okşamak istersiniz her birini...

Verlaine'in iki yıllık bir cezaevi yokluğundan sonra, dönüp geldiği bir bahçeyi anlatan bir sonesi vardır... Zaman bahçede donup kalmış gibidir o şiirde... Burukluğu da oradadır.

Doğayla eşyanın takvimlerden habersizliği, zamanın akışını değişik çerçevelerde yaşamış olanlara daha çok çarpar... Her şey eskisi gibidir. Sanki bir yaşam dilimi çalınmış ve hiç yaşanmamış gibi... Bir bakıma da öyledir, çünkü o zaman dilimi orada değil, başka bir yerde yaşanmıştır...

KARAKÖY'de birahaneler bir hayli çoğalmıştır. Ve yine hepsi kadınsızdır. Işıklar, karamsarlıklardan yansıyan hırpani bir düzensizlikle, ya çok çiğ, ya çok sönüktürler ve en cıvıltılı köşelerde bile Şark'ın öksüz bir tespihi gibi uzanmaktadırlar...

Yeşille beyaz neonun batıcılığı, turuncunun yumuşaklığı ile yer değiştirse ve büyük yeşil bitkilerle ayna uyumlarına biraz özen gösterilse, birahane bolluğu kendiliğinden peri öykülerinin görüntüsüne dönüşebilir... Ve hiç de zor değildir bu... Aynı harcamaya dayalı bir zevk sorunudur sadece... Birkaç akordiyon, birkaç da gitar dolaşsa ortalarda, Köprü çevresinin denizi, kuytu bir kasabanın mezarlık dibi kahvesine benzemekten hemen kurtuluverir...

Ne vardır ki bunu kıvıramayacak?

Bin yılın içinden gelen step yalnızlıklarının birikiminden başka...

GOETHE'nin son sözü ünlüdür: - Biraz ışık, demiştir. Bizim ise sanırım ilk sözümüz olmalıdır bu:

- Biraz ışık...

Ama sade elektrik ışığı değil, neşe ışığı, müzik ışığı, kadın ışığı, görkemli İstanbul doğasının içinde oynaştığı gönül ışığı...

Yarım yüzyıldır politikayla futboldan ve kırık dökük aşklardan başka bir şey konuşmamak, bu ışıkları yakmaya yetmedi...

Işıkların yanması için kendisini konuşmak gerekiyor...

Bir şeyler yapmak istemek ve yapamamak... Kendini hem beğenmek, hem beğenememek ve üç plaklı bir diskotek gibi hep aynı şeyleri konuşmak...

Önce diskoteğin plakları çoğalmalı...

İstanbul camilerinin minareleriyle şerefe sayıları üstünde iddiaya tutuşmak bile yeter konuları değiştirmeye...

Bostancı'dan sonra gelen ilk istasyonun adı nedir?

Haliç'te kaç vapur iskelesi var?

Yaşadığı kenti iyi yaşayan, yaşamı daha çok yaşar...

Yaşamı daha çok yaşayan, kendini zaman zaman yaşamın içinde iğreti görmekten de bir ölçüde kurtulur...

Bir şeyler yapmak belki de Kadıköy vapuruna binip, şenlikli birahane dekorları düşünmektir... Bir milyon kişi düşünse bunu, kasvetin yerini kendiliğinden alır bayram sevinci...

Sonra demli bir çay, bir dilim beyaz peynir...

Simitçi tablalarında halka halka piramitler yükselten susamlı İstanbul simitleri...

Bir de Bektaşi fıkrası...

Bir de rengarenk manavlar...

Bir de iyot kokulu akşam...

Her nefeste yaşadığını duymaya öyle bir yeter ki, bu kadarı bile; adımlarından başka adımlara, yaşam kıvancının titreşimleri uzanır...

Şöyle bir bakın pencereden dışarı, hafifçe gerinir gibi yapın... - Ne var öyle Ahfeş'in keçisi gibi kara kara düşünecek, deyin..

Ben bazen deniyorum bunu, hiç de fena olmuyor... Üzülecek şeyler varsa, sevinecek şeyler de var... Biz görmek istemiyoruz ama aslında pekala birbirine denk geliyor...

Not: 20 yıl önce yazılmış bir yazı... "Şeytanın Aynaları"ndan...

Yazarlar sayfasina geri gitmek icin tiklayiniz.

Copyright © 2000, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır