kapat

07.07.1999
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
intermerkez
Siber Haber
L E I T Z
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
Bayan Sabah
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 1999
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Babamın kokusu 2
Beni kucağına aldı ve uzun bir süre birlikte pencereden baktık. Karşı apartman binasıyla aramızdaki yüksek servi ağaçlarının uçları rüzgârda ağır ağır kıpırdamaya başladı. Babamın kokusundan hoşlanıyordum.

Okulda, öğle yemeğinden hemen sonraydı. Bütün sınıf ikişerli sıra olmuş aşı olmak için yeniden pis kokulu yemekhaneye iniyorduk. Bazıları ağlıyor, bazıları da korkuyla bekliyordu. Aşağıdan gelen tentürdiyot kokusunu alınca kalbim hızlandı. Sıradan ayrıldım, merdivenlerin başına öğretmenin yanına gittim. Bütün sınıf gürültüyle yanımızdan geçti.

"Evet," dedi öğretmen. "Ne var?"

Cebimden çıkarıp babamın yazdığı kağıdı öğretmene verdim. Suratını asarak okudu. "Baban doktor değil ki senin," dedi. Biraz düşündü. "Yukarı çık. 2A'da bekle," dedi.

Yukarıda 2A'da benim gibi "mazeretli" altı yedi çocuk daha vardı. Biri korkuyla pencereden dışarı bakıyordu. Koridordan hiç bitmeyen bir ağlama ve telaş uğultusu geliyor, gözlüklü bir şişman çekirdek yiyerek Kinova okuyordu. Kapı açıldı, müdür yardımcısı kurukafa Seyfi Bey girdi.

"Belki bazınız hakikaten hastasınızdır, onlar alınmasın," dedi. "Ama şu yalancı mazeretlilere söylüyorum. İleride hepiniz büyüyecek, bu vatana hizmet edecek, belki onun için öleceksiniz... Bugün aşıdan kaçanlar, o zaman mazeretiniz de yoksa vatan haini olursunuz. Yazıklar olsun!"

Uzun bir sessizlik oldu. Atatürk'ün resmine baktım ve gözlerim sulandı.

Daha sonra hiç kimselere görünmeden sınıflarımıza döndük. Aşı olanlar bazıları kolları sıvalı, bazıları gözleri yaşlı, itişip kakışıp surat asarak geliyorlardı.

"Evleri yakın olanlar gidebilirler," dedi öğretmen. "Gelip alacak kimsesi olanlar son zile kadar bekleyecek. Birbirinizin koluna vurmayın öyle! Yarın okul yok."

Herkes bağırdı. Aşağıda kapıdan çıkarken bazıları kollarını sıvıyor, aşının tentürdiyot izini kapıcı Hilmi Efendi'ye gösteriyordu.

Elimde çantam sokağa çıkınca koşmaya başladım. Kasap Karabet'in önünde bir at arabası yolu tıkamıştı, aralarından koşarak karşıya, bizim kaldırıma geçtim. Manifaturacı Hayri'nin, çiçekçi Salih'in önünden koşarak geçtim. Bizim kapıyı kapıcı Hazım Efendi açtı.

"Bu saatte burada senin tek başına ne işin var?" dedi.

"Aşı olduk," dedim. "Sınıf dağıldı."

"Ağabeyin nerede? Kendi başına mı döndün?"

"Tramvay yolunu kendim geçtim. Yarın tatiliz."

"Annen yok," dedi. "Babaannenlere çık."

"Hastayım," dedim. "Bize gitmek istiyorum. Kapıyı aç."

Duvardan anahtarı aldı, asansöre bindik. Yukarı çıkana kadar içerisi sigarasının gözümü yakan dumanıyla doldu. Bizim kapıyı açtı. "Elektriklerle, prizlerle oynama," dedi, kapıyı çekti, gitti.

Evde kimse yoktu, ama yine de bağırdım: "Evde kimse var mı, var mı? Evde kimse yok mu, yok mu?" Çantamı attım, ağabeyimin çekmecesini açtım ve bana göstermediği sinema biletleri kolleksiyonuna bakmaya başladım. Daha sonra gazetelerden futbol maçlarının resimlerini kesip yapıştırdığı deftere iyice dalmıştım ki evin kapısı dışarıdan anahtarla açılınca telaşa kapıldım. Ayak seslerinden anladım annem olmadığını; babamdı. Ağabeyimin biletlerini ve defterini karıştırıldığı farkedilmeyecek şekilde eski yerlerine dikkatle koydum.

Babam yatak odasına girmiş, dolabı açmış içine bakıyordu.

"Sen burada mısın?" dedi.

"Hayır, Paris'teyim," dedim okulda dedikleri gibi.

"Okula gitmedin mi bugün?"

"Bugün aşı günüydü."

"Ağabeyin yok mu?" dedi. "Peki, git odana sessiz sedasız otur bakalım."

Gittim. Alnımı cama dayayıp pencereden dışarıya baktım. Seslerden babamın koridordaki dolaptaki bavullardan birini aldığını anladım. Odasına döndü. Dolaptan ceketlerini ve pantolonlarını çıkarmaya başladı; askıları sesinden tanıyordum. Donlarını, gömleklerini ve çoraplarını koyduğu çekmeceleri açıp kapamaya başladı. Hepsini bavuluna koyduğunu işittim. Banyoya girip çıktı. Bavulun dillerini bastırdı, düğmesini kilitledi. Odaya yanıma geldi.

"Ne yapıyorsun sen burada?"

"Pencereden bakıyorum."

"Gel bakalım," dedi.

Beni kucağına aldı ve uzun bir süre birlikte pencereden baktık. Karşı apartman binasıyla aramızdaki yüksek servi ağaçlarının uçları rüzgârda ağır ağır kıpırdamaya başladı. Babamın kokusundan hoşlanıyordum.

"Ben uzaklara gidiyorum," dedi. Beni öptü. "Annene bir şey söylemezsin. Ben sonra söyleyeceğim."

"Uçakla mı?"

"Evet," dedi. "Paris'e. Kimseye bir şey söylemezsin." Cebinden bir kocaman iki buçuk lira çıkardı, verdi. "Bunu da kimseye söyleme," dedi, beni yine öptü. "Beni burada gördüğünü de..."

Parayı hemen cebime koydum. Babam beni kucağından indirip bavulunu alınca, "Baba gitme," dedim. Beni bir daha öpüp gitti.

Arkasından pencereden baktım. Alaaddin'in dükkanına doğru yürüdü, sonra geçen bir taksiyi durdurdu. Binmeden önce apartmana bir baktı, bana el salladı. Ben de salladım, gitti.

Boş caddeye uzun uzun baktım. Bir tramvay geçti, bir de sakanın at arabası. Zile basıp Hazım Efendi'yi çağırdım.

"Zile sen mi bastın?" dedi gelince. "Oynama zille."

"Bu iki buçuk lirayı al!" dedim. "Alaaddin'in dükkanına git, bana Meşhurlar Serisi'nden on tane al. Elli kuruşu da geri getir."

"Parayı baban mı verdi?" dedi. "Annen kızmasın."

Ben bir şey demedim, gitti. Pencereden bakıp Alaaddin'in dükkanına girişini seyrettim. Biraz sonra çıktı, dönüş yolunda, karşı kaldırımda Marmara Apartmanı'nın kapıcısıyla karşılaşıp konuştular.

Gelince paranın üstünü verdi. Çikletleri hemen açtım: Üç tane daha Mareşal Fevzi Çakmak, bir tane Atatürk, birer Lindbergh, Leonardo da Vinci, Kanuni Sultan Süleyman, Churchill, General Franko ve ağabeyimde olmayan 21 numaralı Greta Garbo'lardan bir tane daha. Böylece elimde 183 tane resim oldu. Ama 100'ü tamamlamak için yirmi altı eksiğim vardı.

İlk defa çıkan 91 Lindbergh'in Atlantik'i aşan uçağının önündeki resmine bakıyordum ki anahtarla kapı açıldı. Annem! Çikletlerin yere attığım kağıtlarını toplayıp hemen çöpe attım.

"Aşı olduk, erken geldim," dedim. "Tifo, tifüs, tetanoz."

"Ağabeyin nerede?"

"Daha onların sınıfı aşı olmadı," dedim. "Bizi eve yolladılar. Caddeyi kendi başıma geçtim."

"Ağrın var mı?"

Bir şey demedim. Biraz sonra ağabeyim geldi. Ağrısı varmış, yatağa sağ kolunun üzerine yatıp surat asmaya başladı ve uyuyakaldı. Uyandığında hava iyice kararmıştı. "Anne çok ağrıyor," dedi.

"Akşama ateşiniz çıkar," dedi annem içerde ütü yaparken. "Ali, seninki de ağrıyor mu? Yatın, kıpırdamayın."

Kıpırdamadan yattık. Biraz uyuyup uyandıktan sonra ağabeyim spor sayfasını okumaya başladı ve benim yüzümden dünkü maçtan çıktığımız için dört golü kaçırdığımızı söyledi.

"Maçtan çıkmasaydık belki de o goller atılmazdı," dedim.

"Ne?"

Biraz daha uyuduktan sonra ağabeyim bir Greta Garbo resmine altı Fevzi Çakmak, dört Atatürk ve üç tane de bende olan diğer resimlerden teklif etti, reddettim.

"Alt mı üst mü oynayalım mı?" dedi, sonra.

"Oynayalım."

Meşhurlar Serisi'nden bir deste resmi iki avucunun içinde tutuyorsun. Alt mı üst mü, diye soruyorsun. Alt derse, en alttaki resmi çıkarıp bakıyorsun, mesela 78 Rita Hayworth. Üstte ise 18 Şair Dante var. O zaman alt kazanıyor ve ona en sevmediğin ve sende en çok olan resimden bir tane veriyorsun. Akşama kadar Mareşal Fevzi Çakmak'ın resimleri aramızda gitti geldi. Yemek vakti gelince:

"Biriniz yukarı çıkın da bakın," dedi annem. "Belki babanız gelmiştir."

İkimiz de yukarı çıktık. Amcamla babaannem sigara içiyorlardı, babam yoktu. Radyoda haberleri dinledik, gazetenin spor sayfasını okuduk. Babaannemler yemeğe otururken aşağı indik.

"Nerede kaldınız?" dedi annem. "Orada bir şey yemediniz değil mi? Ben sizin mercimek çorbanızı koyayım da babanız gelene kadar ağır ağır içersiniz."

"Ekmek kızartması yok mu?" dedi ağabeyim.

Çorbalarımızı sessizce içerken annem bizi seyretti. Başını tutuşundan, gözlerini bizden kaçırmasından kulağının asansörde olduğunu anlıyordum. Biz çorbalarımızı bitirirken "Daha ister misiniz?" dedi ve tencerenin dibine bir göz attı. "Bari ben de soğumadan içeyim," dedi. Ama kalkıp Nişantaşı Meydanı'na bakan pencereye gitti, bir süre sessizce aşağı baktı. Dönüp geldi, çorbasını içmeye başladı. Ağabeyimle dünkü maçı konuşuyorduk ki:

"Susun!" dedi annem. "Asansör değil mi bu?"

Susup hep birlikte dikkatle dinledik. Asansör değildi. Sessizlikte masayı, bardakları, sürahi ve içlerindeki suyu titreterek bir tramvay geçti. Portakallarımızı yerken bu sefer hep birlikte asansörü duyduk. Yaklaştı, yaklaştı, ama durmadan üst kata babaannemlere çıktı. "Yukarı çıktı," dedi annem.

Yemekten sonra, "Tabaklarınızı mutfağa götürün," dedi annem. "Babanızınki kalsın." Sofrayı topladık. Babamın temiz tabağı boş sofrada uzun bir süre bekledi.

Annem karakol tarafındaki pencereye gitti, uzun uzun baktı. Sonra, aniden aklına bir şey gelmiş gibi kararlı babamın boş tabağını, çatalını, bıçağını toplayıp içeri mutfağa götürdü. Bulaşıkları yıkamadı. "Ben yukarı babaannenize çıkıyorum," dedi. "Dövüşmeyin."

Ağabeyimle alt üst oynamaya başladık.

"Alt," dedim ilk sefer.

Destenin üstündeki resmi açıp gösterdi: "Bütün cihanın tanıdığı pehlivan Koca Yusuf, numara 34" dedi. Alta baktı: "Atatürk, no: 50" dedi. "Kaybettin. Ver bir tane."

Uzun bir süre oynadık ve kazanmaya devam etti. Bendeki yirmi bir Mareşal Fevzi Çakmak'ın on dokuz tanesini, Atatürk'lerden de iki tanesini hızla yuttu.

"Oynamıyorum artık," dedim sinirlenerek. "Ben yukarı gidiyorum. Annemin yanına."

"Annem kızar."

"Evde tek başına kalmaktan korkuyor musun, korkak!"

Babaannemlerin kapısı her zamanki gibi açıktı. Yemek bitmiş, ahçı Bekir bulaşıkları yıkıyor, amcamla babaannem karşılıklı oturuyorlardı. Annem Nişantaşı Meydanı'na bakan penceredeydi.

"Gel," dedi başını camdan uzaklaştırmadan. Annemin gövdesiyle pencere arasındaki boşluğa, sanki benim için yapılmış o yere girdim hemen. Vücudum ona yaslanınca ben de onun gibi, dikkatle Nişantaşı Meydanı'na bakmaya başladım. Annem elini başıma koydu ve uzun uzun saçlarımı okşadı.

"Baban eve gelmiş, öğle üstü sen görmüşsün," diye fısıldadı.

"Evet."

"Bavulunu almış, gitmiş. Hazım Efendi görmüş."

"Evet."

"Nereye gittiğini sana söyledi mi canım?"

"Hayır," dedim. "Bana iki buçuk lira verdi."

Aşağıda, caddede karanlık dükkanlar, arabaların lambaları, trafik polisinin yolun ortasındaki boş yeri, ıslak parke taşları, ağaçlara asılı reklam levhalarının harfleri, her şey yapayalnız ve üzücüydü. Yağmur yağmaya başladığında annem hâlâ ağır ağır saçımı okşuyordu.

Amcamla babaannem arasında her zaman çalan radyonun sessiz olduğunu o zaman fark ettim ve korktum.

"Kızım orada durmayın," dedi daha sonra babaannem. "Buraya gelin, oturun lütfen."

Ağabeyim de yukarı çıkmıştı.

"Siz mutfağa gidin," dedi amcam. "Bekir," diye seslendi. "Bunlara top yap, koridorda oynasınlar."

Mutfakta Bekir, bulaşıkları bitirmişti: "Oturun şuraya," dedi. Babaannemin odasının camla kapatılıp limonluğa çevrilen balkonundan gidip getirdiği gazeteleri yuvarlaya yuvarlaya top gibi sıkıştırmaya başladı. Yumruğu kadar olunca, "İyi mi bu kadar?" dedi.

"Biraz daha sar," dedi ağabeyim.

Bekir birkaç gazete sayfasını daha yuvarlayarak sararken, annemin, babaannemle amcamın karşısına oturduğunu kapı aralığından gördüm. Bekir çekmeceden çıkardığı sicimle kâğıt topunu her yanından sıkıştıra sıkıştıra yusyuvarlak yapıp bağladı. Sivri kenarları yumuşasın diye kâğıt topunu bezle hafifçe ıslatıp son bir kere daha sıkıştırdı. Ağabeyim dayanamayıp topu elledi.

"Uf be, taş gibi olmuş."

"Bas parmağını şuraya," dedi Bekir.

Ağabeyim sicimin düğümlendiği yere parmağını dikkatle bastırınca Bekir son bir düğüm daha atıp topu bitirdi. Havaya attığı topu tekmelemeye başladık.

"Koridorda oynayın," dedi Bekir. "Burada her şeyi kırarsınız."

Uzun bir süre ölümüne oynadık. Kendimi Fenerbahçeli Lefter sanıyordum ve onun gibi kıvırıyordum. Duvar pası yaparak, birkaç kere ağabeyimin aşılı koluna çarptım. O da bana çarptı, ama bir şey olmadı. Ter içindeydik, top parçalanıyordu, ama ben beş-üç kazanıyordum ki ağabeyimin aşılı yerine çok fena çarptım. Kendini yere attı ve ağlamaya başladı.

"Kolum geçince seni öldüreceğim," dedi yattığı yerden.

Kaybettiği için öfkeliydi. Koridordan salona geçtim, babaannem, annem, amcam yazıhaneli odaya geçmişlerdi. Babaannem telefonu çevirdi.

"Alo kızım," dedi sonra, anneme "kızım" dediği sesle. "Yeşilköy Havameydanı mı? Kızım, bugün Avrupa'ya giden uçaklarda birisini sormak istiyoruz." Babamın adını söyledi ve bir süre telefonun kordonunu parmağına dolayarak bekledi. "Bana sigaramı getir," dedi sonra amcama. Amcam çıkınca babaannem ahizeyi kulağından biraz uzaklaştırdı.

"Kızım, lütfen söyleyin," dedi anneme. "Siz bilirsiniz, bir başka kadın var mı?"

Annemin ne dediğini duyamadım. Babaannem annemin yüzüne sanki hiçbir şey dememiş gibi bakıyordu. Sonra telefondan birşeyler söylediler ve öfkelendi: "Cevap vermiyorlar," dedi elinde sigara ve küllükle gelen amcama.

Annem amcamın bakışından beni fark etti. Kolumdan tutup çeke çeke koridora götürdü beni. Elini ensemden sırtıma sokup ne kadar terlediğimi gördü, ama kızmadı.

"Anne, kolum ağrıyor," dedi ağabeyim.

"Şimdi aşağıya ineriz, yatırırım sizi."

Aşağıda, bizim katta üçümüz de uzun bir süre sustuk. Yatmadan önce üzerimde pijamalarım mutfaktan su aldım, salona girdim. Annem pencerenin önünde sigara içiyordu, önce beni duymadı.

"Çıplak ayak üşürsün," dedi beni işitince. "Ağabeyin yattı mı?"

"Uyudu. Anne sana bir şey söyleyeceğim." Gövdemi annemle pencere arasına yerleştirmek için bekledim. Annem istediğim o güzel yeri açınca oraya yerleştim. "Babam Paris'e gitti," dedim. "Hangi bavulu da aldı biliyor musun?"

Hiçbir şey demedi. Gecenin sessizliğinde yağmurlu sokağa uzun uzun baktık.

YARIN

Anneanne'nin Şişli'deki evine Ali, ağabeyi ve annesi gidiyorlar. Tozlu, hayaletli koca evde tek başına yaşayan anneannenin soruları. Ali ağabeyiyle alt mı üst mü oynamaya başlayınca...

ORHAN PAMUK YAZI DİZİSİ 2


Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır