The Devil Come on Horseback de Darfur'da yaşanan trajedilere odaklanıyor.
Hollywood starlarının gör dediği
Sean Penn'den Madonna'ya, Brad Pitt'ten Leonardo di Caprio'ya Hollywood, yardımsever yıldızlardan ve onların 'gör' dediği sorunlardan geçilmiyor... Ama işe daha yakından bakınca bu çabaların arkasında Batı dünyasının vicdan azabı ve kişisel çıkarları olduğu da anlaşılıyor..
Kim demiş, "Darfur krizi Angelina Jolie ve George Clooney'ye bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir," diye! Sean Penn'in Irak istilası konusundaki itirazları kimseyi bağlamaz diyenler de, belli ki yanılıyor. Aksi takdirde günlük haber bültenlerindeki trajik dünya meselelerine bazen göz göre göre başını çeviren bıkkın, yorgun ve ilgisiz vatandaşın vicdan kilidini kim açacak? Görünen o ki, anahtar kelime: Hollywood starları! Yani meselenin resmi kaynağı çözümü üstüne almadığında, onlar devreye giriyor. Bilumum sorumlu devlet erkanlarını hiç bağlamasa da, yardım talepleriyle dünya vatandaşının dikkatini çekmeye çalışıyorlar. Madem ki onlar 'gör' demese, bakacak halimiz kalmamış, insanlık trajedisi de esasen burada başlıyor.
MADONNA'NIN HESABI
Hollywood'dan yükselen son dönemin trendi ise çekim ekibini de arkana alarak bizzat olay mahallini ziyaret etmek. Ortaya parayı da koyan yapımcı ve anlatıcılarının popülerlikleri üzerinden ses getirmeye çabalayan bu belgeseller, geniş kitleleri uyandırma misyonunu üstlenirken, bir yanıyla da biz dürüst ve vicdanlı vatandaşların istersek durumu düzeltebileceğimiz yanılsamasını köpürtüyorlar. Doğru zamanda doğru yerde durmak bir mesleğe dönüşmüş durumda. Madonna mesela, kendi evlat edinme çabasının kutsallığını dünya âleme ispat etmek üzere Biz Olduğumuz İçin Varım (I Am Because We Are) belgeselini yaptırarak tüm Malavi çocuklarını kucaklıyor, meselenin büyüklüğünü göstermeye çalışıyor. Şimdilerde Sean Penn'in desteğiyle epeyce gündeme gelen Üçüncü Dalga (The Third Wave) gibi bir belgesel ise, "Kim olursan ol gel" diyerek, dünyanın öteki ucu da olsa yardıma koşmamız gerektiğini söylüyor. Başa dönersek, bizde bu tür 'eylemci' starlar yok. Memleket meseleleri üzerine itirazını dile getiren ve mümkünse sokağa dökülen sanatçı veya yazarlarımız elbet mevcutsa da, medyada sesleri pek duyulmuyor, duyurtulmuyor veya yeterince kaale alınmıyorlar. Angelina Jolie misali çat orada, çat burada gezen starlarımızı da göremezsiniz. Belli ki İstanbul'un lüks bir restoranında yemek yerken görülen bir ünlümüzün aynı zamanda Güneydoğu'daki olay mahallinde boy göstermesi, ancak absürd bir beklenti oluyor. Amerikan işi bu tür itirazlar da aslında çoğunlukla danışıklı dövüş biçiminde gelişebiliyor. Hollywood starlarından Filistin-Israil açmazı konusunda fazla ses çıkmazken kendilerince 'daha dramatik' mevzulara beş elle sarılabiliyorlar. Hollywood'un liberal kanadının (bile) 'önce vatan' söylemleri düşünüldüğünde, siyaseten doğruculuğun söylem sınırları da bazen karışabiliyor... Yine de sinema, müzisyen Bono'nun başı çektiği Afrika'yı kurtarma misyonundan daha kıymetli bir farkındalık yaratabiliyor. Ne de olsa doğrudan 'gösteriyor'. Üstelik bunu hayranı olduğumuz 'ünlü bir şahıs' işaret ettiğinde bu kez gözümüzü kaçıramıyoruz. Hollywood'un liberal cenahından en sağlam isim olarak George Clooney'nin, kıdemli gazeteci babası Nick Clooney ile birlikte çektiği Darfur'a Yolculuk (A Journey to Darfur) belgeseli, sıradan bir haber bülteninden alıntı cümlelerle başlıyor ve "Darfur... Ölümle yüz yüze gelmiş 2 milyondan fazla insan... Kendi hükümetleri tarafından terk edilmiş, militanların saldırılarına hedef olan bu insanları karanlık bir gelecek bekliyor. Bugüne kadar en az 200 bini hayatlarını kaybetti," deniliyor.
APOLİTİK SEYİRCİ İÇİN
Belli ki, seyirci açısından mevzuyu ilgiye mazhar kılan meziyetlerden biri de, zengin, yakışıklı ve tuzu kuru bir starın bizzat orada olması. Yoksa Sudan'nın Darfur bölgesindeki yerlilerin 'at sırtındaki şeytan' olarak adlandırdıkları 'Janjavid'lerin (silahlı süvari) yani Arap silahlı milislerin yol açtıkları soykırıma en başlarda dikkati çeken bir başka isim var elbette. Lakin Şeytan At Sırtında Gelir (The Devil Come on Horseback) adlı belgeselle de geniş kitlelere ulaşmaya çalışan eski deniz yüzbaşısı Brian Steidle'in tanıklığının yarattığı ilgiyle kıyaslandığında, Clooney'ninki daha ön plana geçiyor. Bilim adamları umutsuzca çırpınırken, sonuçta küresel ısınma ve çevre meselelerine el atan Al Gore ile Leonardo di Caprio belgesellerinin manşetlerde yer almasının bu ünlü isimlerin varlığından kaynaklandığını biliyoruz. Başta Amerikalı olmak üzere genellikle apolitik kalabalığa seslenen bu belgesellerin dünya çapında ilgi çekmesinin nedenlerinden biri de, doğrudan duygulara seslenmesi, bazen durumu ziyadesiyle kanırtması. Madonna'nın senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği, Malavi'deki öksüz çocukları anlatan Biz Olduğumuz İçin Varım adlı belgeselin çizdiği umutsuz tabloda samimi gelmeyen nokta ise, ünlü şarkıcının gerçek hayatta yaşadığı yasal evlat edinme sorunu olabilir. Tesadüf bu ya, belgeseliyle geçen ay Cannes'da boy göstermesinin ardından, iki yaşındaki David Banda'yı evlat edinmesiyle ilgili karar Malavi'de onaylandı. "Paran ve derdin varsa belgesel yap," tartışmalarının odağı olan Madonna'nın çabaları da böylece boşa gitmemiş oldu. Aynı zamanda AIDS hastalığı nedeniyle telef olan bu Afrikalı halkın trajik vaziyeti de iki yıllık mahkeme süresince bir şekilde gündeme geldi. Sean Penn'in sahip çıktığı Üçüncü Dalga'nın ise bir samimiyet sorunu yok. Olsa olsa tipik bir 'Anglo' hissiyatıyla herkesin cebinde her daim kullanıma hazır denizaşırı bir uçak bileti olduğunu varsayıyor. Dolayısıyla insanlık adına yapılan bu çağrı biraz da iktidar ve güç sahibi Batı'nın suçlu vicdanını rahatlatma terapisi olarak da okunabiliyor. Yönetmeni Alison Thompson, tsunami kurbanlarına yardım için iki haftalığına gittiği Sri Lanka'yı terk edemeyip orada yaşamaya başlayan sıradan bir Avustralya vatandaşı.
ROMANTİK YAKLAŞIMLAR
Sevgilisi ve iki arkadaşıyla birlikte adeta 'Fantastik Dörtlü' gibi yardım çalışmalarını sürdüren grubun 'elebaşısı' bu genç kadın, haber bültenlerinde yer bulamayacak acılı felaket görüntülerini gözümüze gözümüze sokarak vicdan azabı yaratmaya çalışıyor. "Yerden çöp toplamak veya birisine sarılmak için hiç bir özel beceriye gerek yoktur," sözleriyle de herkesi seferberliğe davet ediyor. Bu anlamda resmi otoritelerin yokluğunu vurgulamaktan ziyade, 'romantik' bir açılımla insanlığı vazifeye bekliyor. Katrina felaketiyle tarumar olan New Orleans'ı ustaca belgelediği Bentler Yıkılınca: Dört Perdelik Bir Ağıt'da (When the Levees Broke: A Requiem Four Acts) durumu insaniyet namına gözler önüne sererken yetkililerin ilgisizliğini de vurgulayarak hesap soran Afro-Amerikalı yönetmen Spike Lee, kuşkusuz işin sadece iyi niyetle çözülemediğinin gayet farkında. Sonuçta bu filmiyle Brad Pitt gibi dev starları 'uyandıran' Lee, insanlık trajedisinin esasen gözü kapalılıktan kaynaklandığını da ispatlamış oluyor.
Yayın tarihi: 14 Haziran 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/06/14/ct/haber,77162685CDAE45CAA2A0F76D38863BB0.html
Tüm hakları saklıdır.