kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 24 Mayıs 2008, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
Sanat Sokağı'nda buluştular ve ellerindeki 'pankart' dedikleri dövizlerle rahatsızlıklarını dile getirdiler.

Diyarbakır'da 'empatik' bir gün...

MÜJGÂN HALİS
İki ay önce ilan edilen 'Biraz da biz Kürtleşelim' projesinin finali Diyarbakır'da yapıldı. İyi niyetli bir girişim olmanın ötesine geçemeyen proje, her şeye rağmen umut vericiydi..
Empati... Sözlükler, bu yüzyılda epey rağbet gören bu sözcüğü şöyle açıklıyor: "Bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır." Aynı kaynaklar empati sayesinde insan ilişkilerinin gelişeceğini, insanlar arasındaki kavgaların azalıp, zamanla yok olacağını da vurguluyor. 18 Mayıs'ta Diyarbakır Havaalanı'na inen bir grup genç, haki giysili yaşıtlarından 'empati' sözcüğüyle ayrıldıklarını söyleyerek attılar ilk adımlarını. Gençtiler, sivildiler. Kendilerini 'bu ülkenin hastanelerinde doğmuş, okullarında okumuş, Kürt meselesindeki gelişmelerden rahatsız bireyler' olarak tanımlıyorlardı. Diyarbakır'da doğan yaşıtlarıyla 'muhabbet dili' oluşturmaya gelmişlerdi. Ne var ki, ayrı dünyaların insanları oldukları daha o ilk tanımdan belliydi. Geldikleri kentin kendileriyle yaşıt çocuklarının çok azı onlar gibi hastanede doğmuştu. Birkaç ay önce 'Biraz da biz Kürtleşelim' diye yola çıkmışlardı. Birçok dili bildikleri halde Kürtçe 'slav' yani 'merhaba' bile diyemediklerini fark etmişlerdi. Halbuki tanıdıkları bütün Kürtler öyle ya da böyle Türkçe konuşuyordu. Kürtler Saadettin Kaynak şarkıları, Neşet Ertaş türküleri söylerken, kendileri Şıvan Perver'den, Civan Haco'dan bihaberdi. Bütün Kürtler, Türklerin Orta Asya'dan gelip Malazgirt Ovası'ndan Anadolu'ya girdiğini bilirken, onlar 'kart-kurt' sesleri dışında bir şey duymamışlardı. Yoksa Kürtler de hep Anadolu'daydılar da, onlara mı anlatılmamıştı? Haklarında bu kadar az şey bildikleri insanlara nasıl kız vermişlerdi, onlardan nasıl kız almışlardı? Hasılı kelam, ortada cevaplanamayan epey soru vardı. Merak ettiler ve anlamak için 'empati' kurmaya karar verdiler. Ve şimdiye kadar yapılanlardan farklı olarak, 'cebren ve hileyle' değil, 'gönüllü' olarak Kürtleşmek istediklerini açıkladılar. Fikir 'orijinal'di, epey ilgi gördü. Cumhuriyet tarihi 'Türkleşme'yi 80 yıla yaymıştı ama onlar 'empatik' bir şekilde iki ay koydular önlerine. Kürtleşmek için özel hocalar tuttular. Mevlüt Aykoç'dan Kürt olmayı, Rojin'den Kürtçe terennüm etmeyi, Cafer Solgun'dan Kürt tarihini öğrendiler. Araya da çeşni olarak Kürt yemeği yapmayı, halay çekerek Kürt usulü dağıtmayı kattılar. Exhmede Xani'nin ünlü aşk destanı Memu Zin'i okudular, Kürt filmleri izlediler. Zaten Kürtlerle Türkler bir arada yaşamayacaksa batsındı bu dünya. Hızlandırılmış Kürt kültürü derslerinden bu sloganla düştüler, Diyarbakır'daki 'Biraz Kürtleşmiştir' diplomasını kendilerine verecekleri mezuniyet törenine.

'BÖLÜCÜ' MEYVE TABAĞI
Gazi Köşkü'nde çilek, kayısı ve erikten yapılan 'sarı-kırmızı-yeşil' renkli kahvaltıda espriler havada uçuşuyordu. Zamanında trafik ışıklarının renklerinin bile değiştirildiği kentte, gerçekten manidar bir espriydi yapılan. Diyarbakır semaları topraklarını 'iyi niyetle' ziyaret eden gençleri Rahmet'ini yağdırarak karşılarken, belediyenin tahsis ettiği otobüs onları kentin yerlilerinin 'küçe' dediği sokaklarında bir geziye çıkardı. İlk durak Hançepek'teki 1. yüzyıldan kalma ve sadece beş ailenin cemaatini oluşturduğu Süryani Kilisesi'ydi. Ardından Balıkçılarbaşı'ndaki kapalı pazara gidildi, Diyarbakır'a gelmişken 'puşi'siz dolaşmak olmazdı. Halbuki etraflarına baksalar, neredeyse hiç kimsenin puşi takmadığını göreceklerdi. Bu 'empatik oryantalizm'le Ulu Cami ve Cahit Sıtkı Tarancı'nın evi gezildi, 5- 10 kuruş için gönüllü rehberlik yapan çocukların başı okşanarak dinlendi Kürt tarihi. Kentin halktan en kopuk, ama bütün gazetelerin yer aldığı Sanat Sokağı'nda okudukları bildiriler Kürtçe ve Türkçe hazırlanmıştı. Kürt sorununda çözümü askere havale etmenin yanlışlığını, otoriter ve milliyetçi dilin halkları birbirinden kopardığını anlatırken, halk yanlarından umarsız bir şekilde geçiyordu. Deneyimleriyle biliyorlardı ki, gelenlere bir şey olmaz. Onlar, gelir, konuşur, gider, ne olursa geride kalanlara olur. Diyarbakırlı yaşlı bir adam, "Kızım bu genç sefiller kafayı mı yemiş, bu devirde kim Kürt olmak ister?" derken tam da bu korkuyu dillendiriyordu. O sırada sokakta tedbir alan sivil polisler bile kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda, "Bunlar dışarıdan geldi, bildirilerini okurlar, giderler," diyorlardı tehlikenin 'içeride' olduğunu vurgularcasına. Ardından belediyenin konferans salonunda Dicle Üniversitesi'nin çeşitli fakültelerinden gelen gençlerle buluştular. Aralarından biri Almanya'daki Mardinli arkadaşının Kürt olduğunu öğrendiğinde annesinin Kürtler hakkında söylediklerini anlattı. İtiraflar çarpıcıydı: "Zihnimde bir Kürt imgesi vardı, onları töhmet altında bırakıyordum. Diyalog halinde olmadığım bir kitleyi önce tanımlamaya, tanımladıkça kurgulamaya, kurguladıkça da hataya düşmeye başladım." Arap olduğunu söyleyen bir başkası ailesinin kendisine Kürtleri 'fitneci' olarak tanıttığını aktarıyor, bunun yanlış olduğunu öğrendiğinde duyduğu şaşkınlığı dile getiriyordu. Bir diğeri Kürt deyince aklına gelenin önceleri 'bıyıklı, çirkin adamlar' olduğunu söylerken, "Biz sizi tanımıyoruz," diye sürdürüyordu sözlerini. Naif bulduğu projede yer alma gerekçesini ise sözlerinin sonunda itiraf ediyordu: "Aslında genetik olarak Kürdüm ama beyaz Türk gibi yetiştirildim." Türkiye'de en korktuğu yerin Mardin kırsalı ve Fatih Çarşamba olduğunu anlatan arkadaşı da, devletten çok korktuğunu söylerken, toplumdaki nefretin etkisinden kurtulmak istediğini anlatıyordu.

'KUYRUKLU' BİR KÜRT
Onları uysallıkla dinledi Diyarbakırlı yaşıtları. Söz onlara geldiğinde "Bizden kimliğimizi istiyorlar, açıp yaralarımızı gösteriyoruz," diye kurdular ilk cümlelerini. İlkokul çağında İdil'den Ankara'ya göç eden bir Kürt genci Türklerle ilk tanışmasını şöyle anlattı: "Okula ilk başladığım gün kuyruğum olabileceği düşünüldüğü için sınıfta bana yer bulunamamıştı." Yaşamının tamamını Diyarbakır'da geçirdiğini söyleyen bir başka gencin sözleri ise durumun gerçek bir özetiydi: "Bugüne kadar Türkleri hep polis, asker, hakim, savcı yani devletin memuru olarak tanıdım, onların hiçbiri sivilleşmiş kapı komşularımız olmayı tercih etmedi." O akşam Dengbej Evi'nde verdikleri Türkçe ve Kürtçe repertuvarlı konserde, seyirci sıralarında oturanların büyük kısmı ise kendileri gibi gençler değil, orada vakit geçiren Kürt müzisyenler ile mahalle halkı oldu. İstanbul'da kendi elleriyle hazırladıkları 'Biraz Kürtleşmiştir' diploması ise empatinin 'sembolik' olamayacağının kanıtıydı. Etkinlikler biterken, herkesin temennisi ertesi gece Kürt ailelerin yanında yaptıkları stajın akıllarında unutulmayacak izler bırakmasıydı. Sözün özü... Bir grup Türk genci şimdiye kadar annelerinin babalarının öğrettiklerine, sistemin onlara dikte ettiklerine karşı çıktı. Kürtçe diye bir dilin varlığını, Kürtçe türkülerin de onları duygulandırabileceğini öğrendiler. Başka bir tarihten ve edebiyat geleneğinden haberdar oldular. Ama keşke Kürtçeyi de İngilizceyi, Fransızcayı ve Almancayı öğrendikleri ciddiyetle öğrenselerdi. Keşke, 'çawani' sözcüğünün 'nasılsınız' anlamına geldiğini hemencecik unutmasalardı. Niyetleri iyiydi iyi olmasına ama her iyi niyetin sonu cennete uzanmıyordu.
Haberin fotoğrafları