*
Yabancı filmler çok iyiydi, örneğin İstanbul Filmekimi'nde oynayan hemen tüm güzel filmler, orada gösterildi. 11 filmin yarıştığı 3. Avrasya yarışması filmleri özenle seçilmişti. Nitekim hep ünlülerden oluşan jüri üyeleri, bana filmleri övdü. Ve yine aynı jüri, yarışma dışındaki filmleri de topluca gidip izlediler.
*
Türk filmleri büyük ilgi çekti. Ama tüm ödüllerin sadece üç film arasında paylaştırılması bence pek hoş olmadı. Sekiz filmin ise adı bile anılmadı. Oysa en azından 'Ademin Trenleri' ve 'Rıza' bunu hak etmiyordu. Festivalde belki tümüyle başarılı olmayan ama sinema dilini yenileyen ve Türk Sineması'na yeni ufuklar açacağına inandığım kimi filmler ise ('Zeynep'in Sekiz Günü', 'İyi Seneler Londra', 'Münferit' gibi) sanırım jüriye bir numara büyük geldi!.. Belki önümüzdeki yıllarda bu tür 'deneysel' nitelikler taşıyan genç sinema örneklerinin, Cannes'ın yan bölümleri gibi ayrı bir başlık altında sunulması düşünülebilir.
*
Kapanış gecesi, kaçınılmaz protokol konuşmalarına rağmen iyiydi, çabucak akıp gitti. Benim en beğendiğim, ödül veren sanatçıların özellikle çok güzel kadınlardan seçilmesiydi. Ödül alanlar da (Özgü Namal, Saadet Işıl Aksoy, Nursel Köse gibi) öyle olunca, sahnede bir güzel kadınlar geçidi oluştu. Öyle ki, yanımda oturan bir yabancı bana "Kadınlarınız ne kadar güzelmiş" demekten kendini alamadı. Öte yandan, bir ara Avrasya jürisi başkanı İranlı yönetmen Cafer Panahi sahnede birbirinden güzel dört kadınla kalınca, "İşte başkan ve haremi" esprisi patlayıverdi.
*
Bir Antalyalı bana gelip kimi seanslarda yer bulamadığından yakındı. Kimileri artık açık hava gösterimleri olmamasından şikayet etti. Bazı gazetelerde 'Festival eskisi gibi halka inemiyor' temalı yorumlar çıktı. Bakın, şunu söyleyeyim: Böyle bir festival, uluslararası olduğu ölçüde kaçınılmaz olarak halktan uzaklaşır. Sinemasevere yaklaşır, evrenselliğe kanat açar ama sokaktaki adamdan uzaklaşır. Cannes'da da öyle. Festival süresince Cannes sakinleriyle konuşun (ben hep konuşurum), herkes festivalden, onun gürültü- patırtısından yakınır. Ve her şey kabaca 5 bin kişi arasında yaşanır. Ama ne olur? Hem Cannes sakinlerinin çoğu o patırtının ekonomik yararını görür. Hem de küçücük Cannes'ın adı tüm dünyaca bilinir. Antalya'da da böyle oluyor. Fena mı?
*
Kim ne derse desin, Antalya yine ülkemize dünya çapında dostlar kazandırdı. Yönetmen, oyuncu, gazeteci, konuştuğum herkesin ağzından güller saçılıyordu, herkes çok mutluydu. Ülkemiz adına birçok gönüllü elçi kazandık. Özellikle 'baba' Coppola'nın söyledikleri (ki basında çabucak geçiştirildi), bir turizm sloganı işlevi görebilirdi: "Her şeyi çok sevdim. Hele mutfağınızı... Sanırım önceki hayatımda, belki 500 yıl önce, Türk olarak yaşamış olmalıyım. Yoksa bu mutfağı bu kadar sever miydim?"
*
Ve bir söz de 'skandallar' üzerine... Kimileri, bazı konukların densizliğinden kaynaklandı. Ama her konuğa kişilik testi yapamazsınız ki... Festival başkanı Engin Yiğitgil olayına gelince... Engin Bey'in bünyesiyle ilişkili olarak bazen çok sinirlendiği doğru. Ayrıca kimi noktalarda onu ben de eleştiriyorum, eleştirmeye de devam edeceğim. Ama Antalya'nın son dönem serüveninde onun rolü yadsınabilir veya küçümsenebilir mi? Açıkça söyleyeyim; Antalya'yı bir yerel kasaba şenliğinden alıp, bir büyük dünya festivaline dönüştüren büyük çabanın baş mimarı Engin Bey'dir. Elbette her basın mensubu görevini özgürce yapacak, yazacak, eleştirecek, kimi olayların üstünü örtmektense üzerine gidecek. Ama bunu, toplumumuzu pek sevdiği bir linç olayına dönüştürmeden, soğukkanlılık ve hakkaniyetle yapmalıyız. Ben öyle yapacağım, aklı başında ve sinemayı gerçekten seven herkese de bunu öğütlerim.
Yayın tarihi: 31 Ekim 2007, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/10/31/gny/haber,217797E94A6A4C7D8EDB9CF947EC7F80.html
Tüm hakları saklıdır.