kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 8 Temmuz 2007, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC

Gürşah Adlı Bir Çocuk

BUKET UZUNER
Bachmann (Çeviri: Ahmet Cemal)
Gürşah Özen'in anısına "Ağaçtım bir zamanlar, yerimden ayrılmazdım Sonra bir kuş olup kanat çırptım özgürlüğe..." Ingeborg Bachmann

"Onu çiçeklerle süslü şahane bir bahçenin ortasında, şık bir salıncakta uzanmış, kitap okuyorken görüyorum. Bembeyaz giyinmiş. Mutlu. Kitap okumayı çok sever biliyorsunuz..." Bilmez miyim; kitap okumayı ve yaşamı, kırları ve seyahati, taze yeşil biberleri ve denizi, kedileri ve sinemayı sever. Ama en çok Beyoğlu'nun arka sokaklarını, kitapçılarını, kafeleri, konserleri ve Sezen Aksu şarkılarını... Ancak bir fincan kahveye yetecek parası olsa bile ille Beyoğlu kafeleri, alacak parası yoksa dahi kitaplara dokunmak için yine İstiklâl Caddesi... Nasılsa yakında sanattan, kendi yaratıcı sanatından yaşayacak kadar para kazanacaktır, bundan emindir, bunu bilir. Bir yaşam oburudur o; ruhu yüzünden bile güzel bir çocuk... Çocuktur, ah çocuk!) - Anlatsam kim inanır bana? Yani: "En sevdiğim yazarla bir sinema gişesinde tanışıp, arkadaş oldum,'' desem, kim inanır bana? [Aynen öyle olmuştu. Moda Sineması'nda ancak 3-5 kişinin ilgisini çeken bir filme gitmiş, eve dönünce defterimi kaybettiğimi anlamıştım. İki yıl önceydi, üç değil, o kadar yeni. Sinemaya telefon etmiş, defterimi sormuştum, uğrayın dediklerinde de koşmuştum.] - "Benim için manevi değeri var o defterin,'' demiştiniz... Şaşırmıştım, artık neyin kim için manevi değeri kalmıştı da siz defterinizi böyle... [İyi de manevi değerleri anlamak ve özlemek yaşında değildin, o zaman sen daha 23 yaşındaydın...] - Olur mu, şimdi 26 olduğuma göre demek ki, 24 yaşındaymışım tanıştığımızda... (Ah evet, ne yaşlıymışsın meğer çocuk! Ah belki, belki de öylesin... Sözlerinin içi dolu, yorumların sağlam, ayrıntıyı kaçırmayan yemyeşil gözlerin... Sen o doğuştan olgun, kibarlığı sahici özel insanlardansın belki de... Senin, kendi kuşağına has gençliğini bayağılık veya cıvıklık mazereti sanma nöbetine yakalandığına hiç tanık olmadım... Haklı olabilirsin, belki de yaşlı ruhun üstüne gencecik bir bedenle doğdun sen güzel çocuk? Orada Moda Sineması gişesinin önünde kayıp defterime kavuşmamın sevincini yaşarken, ancak 3-5 kişinin ilgisini çeken o aynı filme bilet alan kocaman yeşil gözlü genç adam, ferah aklını nasıl besledin bu daracık dünyamızda? Orada gişenin önünde beni görüp, çok sevdiğin 'Balıklı Roman'ın yazarı olduğumu anlayınca duygularını sahici bir sevinçle, abartmadan ifade edebilen, gözleri daima dürüst, iyi ve berrak yeşil bakan tertemiz çocuk!) - Tabii, sonra müthiş cazibeme dayanamadınız ve 'meylim'e yanıt verdiniz. Ya bir dakka, şimdi 'meyl' yerine e-posta, 'cazibe' yerine de albeni desem, belki daha çok seversiniz beni, di mi? Hıı? İşte o müthiş epostalarım ve albenim sayesinde arkadaşlığınıza mazhar oldum, onurlandım efendim! (Şımarık seni! Bana yazdığın mesafeli ve cesur, kibar ve özgüvenli e-postalarında hiç ısrar etmeyen samimi üslubun, satır aralarından akan kültürel birikimin olmasa seni kahve içmeye Moda'ya çok çağırırdım sanki? Albeniymiş; hah! Kendini albeni tanrısı sayanlardan, her zaman her şeyi en bilenlerden, hayatında bir kez bile sahici olamamışlardan, sahtekârlardan çok bıkmışken ve artık İstanbul'un ortasında bir ada olmaya karar vermişken, bir kahve içimlik bile katlanamıyorum ben o düz albeniye, bir bilsen...) "Onu bir salıncakta uzanmış kitap okurken görüyorum. Çiçeklerle süslü, büyük, koskocaman bir bahçede, elindeki kitaba gömülmüş, yüzünde huzurlu bir gülümseme... Beyazlar da nasıl yakışmış! Bir bardak limonata götürüyorum, en sevdiği ayaklı bardakta, bir tutam zencefil ve birkaç nane yaprağıyla süsleyince bayılır, bilirsiniz her şeyin estetik yanına çok önem verir. "Sonra içerim anne, sonra,'' diyor gülümseyerek ve yeniden okumaya dalıyor... Beyazlar giymiş tepeden tırnağa, bembeyaz..." (Bilmez miyim hiç! Yalnızca kendi saçına başına değil, kitap kapaklarından sinema afişlerine, edebi metinlerden günlük söylemlere, insan ilişkilerinden şarkı diline kadar her platformda, ortamda, hatta rüyalarında estetik kaygısı olan bir genç adam o. Zevksizliğe, kabalığa ve bencilliğe tahammülü yok, halbuki ne saraylarda büyümüş, ne sultanlarla yemek yemiş, ne de imparatorlarla konser izlemiş; ama yine de kendisinden başka kimsenin bilmediği bir yerlerde bütün bunlar olmuş, olmuş bunlar... Onunkisi, kendi elleriyle yarattığı, emeğinin eseri ve bu yüzden doğal, sahici bir güzellik arzusu, estetik kaygısı...) - Ekran simsiyahtır, bir erkek sesi: "Her gördüğünde, her keresinde biri konar pencerene; gördüğünde de acıtır, görmediğinde de..." der ve film başlar! Bir kadın eli, eski, yüksek tavanlı bir İstanbul apartmanının ferforje çiçeklerle süslü büyük, ağır kapısını açar ve içeri girer. Kadın asansöre biner. Çok bitkin, mutsuz görünmektedir. Sanki yukarı çıkar çıkmaz ilk işi, bileklerini kesmektir. Ölmeye çıkmaktadır adeta... Böyle başlıyor filmim. Çünkü aşkı anlatacağım... Aşk acısını, aşkın paket programında yer alan aşk acısını... (Aşkı anlatacakmış! Hah! Ölüm üzerinden aşkı anlatmaya kalkıyor! Sen önce yaşam üzerinden aşkı anlat be çocuk! Daha önünde uzun yıllar var, aşka dair 'düşbozumları'nı yaşamaya ve anlatmaya... Nedir bu telâş, Neden bu ecele?)

"Belki tanıyabilirim günün birinde suretimi, Bir güvercinde, yuvarlanan bir taşta..." * "Bu çocuk küçükken de devamlı okurdu, arkadaşları sokakta oynar, bisiklete biner, yok benim oğlum ille kitap okur, ama hiç sıkılmaz, şaşarsınız yani... Ona verilecek en büyük armağan ne oyuncak, ne çikolata; ille de sinema! Kocaman bir adam gibi oturur, çıt çıkartmadan filmi izler, her keresinde büyülenmiş olarak eve dönerdi... Hani her gün gitsek yine bıkmaz, o derece sinema hastası, bilirsiniz... Bir de Sezen Aksu'nun şarkıları... Konuşmayı bu şarkılarla öğrendi desem yalan sayılmaz yani... Çok farklıdır oğlum, yani bilseniz..." (Ah nasıl bilmem, hayatta 'bir şeyler yapan' insanlar hep böyle 'farklı' çocuklar arasından çıkmıyor mu zaten? Onunkisi tıpkı çocukluğundaki gibi yoruldukça okuyan, dinlenince yine okuyan, yazan, izleyen, dinleyen, çizen, kafasını daima 'bir şeyler'e takan, 'kafayı yiyen', hiç tanımadığı başkaları için dertlenen, belki filmler, fotoğraflar çeken, belki romanlar yazan, kabına sığamayan, daima daha iyinin, daha yeni ve daha estetik olanın peşinde koşan, devamlı hareket eden birinin yaşamı olacak... Onunkisi, kendini bu yüzden anlamayan ve eleştirenlerinkinden daha eğlenceli ama herkesinkinden daha yalnız, uzun upuzun bir yolculuk olacak...) - Kadın asansörden iner, darmadağın, çok üzgün görünmektedir. Simsiyah uzun saçları, beyaz teni üzerinde siyah rimelle acıtan bir güzelliğe boyadığı iri siyah gözleri vardır. Uzun siyah bir deri pardösü giymiştir -bunlar biraz klişe ama öyle!- Az sonra banyoya girip, bileklerini kesecek kadar umutsuz ve yalnızdır. Kadın çok yalnızdır! Her adımı, her nefesi 'çok yalnızım, lütfen yardım edin!' diye feryat etmektedir adetâ. Ama hem asansör, hem de indiği kat boştur. Bütün film boyunca-ki; tamamı altı dakika kadar olacak - yalnızdır kadın, kalabalık sokakta, kitapçıda ve kafede... [Demek toplam altı dakikalık bir yalnızlık filmi çekiyorsun? İnsan ancak yirmili yaşlarında kısa filmlere ve kısa öykülere böyle uzun uzun sığıyor demek ki, galiba bunu hatırlıyorum...) - Asansörden indiğinde kameranın onu özellikle hep arkasından gördüğü tel kafesli kapıyı dikkatlice kapatır. Çünkü eski asansörlerde o dış kafesli kapı kapatılmadan asansör çalışmaz. Yani, o biraz sonra ölecek kadar umutsuz kadın bunun bilincindedir ve o anda bile başkalarını düşünür. İşte filmin en acıtıcı ayrıntısı budur. Bilinç! (Ah tabii bilinç! Hayatımızın başbelası, insanlığın yüzde 99'unun sahip olmadığı şey!) - Sizin 'Balıklı Roman'ınızın ana damarı da bilinç üzerinden akmıyor mu sanki? Sonra Sylvia Plath'ın intihar etmeden önce kendini boğacak havagazı, çocuklarının odasına sızmasın diye onların uyuduğu kapının pervazlarını havluyla tıkadığını bana siz anlatmadınız mı? Bilincinin verdiği azaptan kurtulmak için kendini öldürecekken, aynı bilincin ona çocuklarını korumasını söylediğini? (Ha iyi halt etmişim! Ama bırak bu ölüm üzerinden yaşamı ve aşkı çözmeye çalışmayı çocuk! Oraya gelmek için daha önünde çok zamanın var, çok...) - "İnsan ancak kendi hayal gücünü harekete geçiren imge ve sözleri kaydeder,'' diyen de sizdiniz ama... (O öyle değil; ''Yazarın işi kendi hayal gücünü harekete geçiren şeyleri yazmaktır,'' olacak, hem bunu ben değil, Borges söylemiş!) - Biliyorum! Aslında yazarı bilerek değiştirdim ve biz fanileri de kattım içine işte! (Ha iyi halt ettin o zaman! Şımarık seni... Kızmak mümkün mü sana, bu yaşta bu derinlik ve ayrıntı zenginliği, bu zarafet ve güzellikle sana çocuk! Ah kızmak ne mümkün sana...) - Yoksulluğu da anlatacağım... Yoksunlukla, yoksulluğu paralel ve yan yana... Aslında yeni senaryoma da başladım. Eğer bir de kamera kirası ve ışık bulabilirsem bir sonraki kısa filmimde sokakta kâğıt toplayan gencin yoksulluğuyla, kâğıtları tüketen kadının yoksunluğunu yan yana göstereceğim; çünkü kimsenin hayatı kolay değil, biliyorsunuz... Hayat kendi başına zor bir yolculuk... (Ben bilirim de sen ne zamandır farkındasın bunları be çocuk? Kuşaktaşların yalnızca birer 'rıza imalatçısı' ve tüketim aracı olmayı kitleler halinde kuzu kuzu kabullenirken, 'baskıcı hoşgörü' sisteminin kandırmacalarından nasıl korudun kendini sen ey güzel çocuk!) - Astor Piazzola 'Kendi Ölümüme Ağıt' diye bir tango bestelemiş, bilmem hiç duydunuz mu? Neşeli, neredeyse sevinçli bir ezgi. 1975'te Milano'da kaydetmiş, ben Moda'da sahaftan buldum, ses bozulmuş ama mihrap yerinde! İşte o müziği bir kısa filmimde kullanmak istiyorum, ama telif haklarını falan öğrenmem gerekiyor. Gerçi ben ticari amaçlı kullanmayacağım ama yine de saygı göstermek lazım... Biliyorsunuz Sezen Aksu 'Aşk Düşbozumu' filmime bir şarkısını kullanmam için öyle, telifsiz falan verdi... Bana güvendi, koskoca Sezen Aksu yani! (Verir tabii, hayatı tanıyan herkes senin sahici olduğunu anlıyor. Sen parlak bir ışık gibisin, değdiğin herkes ışıl ışıl parlıyor! Daha ne güzel işler yapacaksın ve sana el verenleri gururlandıracaksın güzel çocuk! Güzelliği cinsiyetler ve 'düşbozum'lar üstü çocuk!) - Aloo, 'Balıklı Roman'ın yazarıyla mı görüşüyorum? Şey, size maalesef kötü bir haberim var! Dün bir trafik kazasında... Kendisi yaya olarak ve yeşil ışıkta karşıya geçiyormuş, Beşiktaş'ta... Ters yönden gelen bir özel araba.... Orada hemen... Kaybettik onu... Aloo? Aloo orada mısınız?

"Engindir dünya ve ülkelerden ülkelere giden yollar, ve nicedir diyarlar, ben hepsini tanıdım, bütün kulelerden seyrettim kentleri , gelmekte ve gitmekte olanlarıyla, insanları. Bitti yolculuk. Biliyorum, şimdi daha yakında dünya ve sessiz." * - Yani tıpkı bir keskin nişancı gibisiniz... Gerçek bir snaper! 'Balıklı Roman'ın yazarı da böyle biri olmalıydı zaten... Keskin nişancılar nasıl koskoca kalabalıkta tek kişiyi vurmayı başarırsa, siz de binlerce kişi arasından özel insanları seçiyorsunuz yani... Baksanıza sizi üzsünler diye en sorunlu, arızalı ve kompleksli insanları neredeyse tek tek buluyorsunuz yani! (Ah yalnızca onları mı? Senin gibi dünyanın en güzel insanlarını da bulmuyor muyum o kalabalıklarda ben? Beni bulmaları için 'Balıklı Roman'larla sinyaller göndermiyor muyum sanki yeryüzüne?.. Ah yapmıyor muyum, yapmıyor muyuz bunu her romanda, filmde ve şarkıda... Yapmıyor muyuz?.. Ben- sen- o, biz-siz ve onlar...) - Aloo, orada mısınız? Aloo? Bakın annesi sizinle konuşmak istiyor, veriyorum: "Ben onu cennet kadar güzel bir bahçede, çiçeklerden yapılmış bir salıncakta uzanmış kitap okurken görüyorum. Bahçede elleriyle diktiği taze yeşil biberler, domatesler, az ileride çok sevdiği Gelibolu Yarımadası ve Ege Denizi... Beyaz giyinip, uzanmış kitap okuyor, ben onu hep öyle görüyorum... Gittiğinden beri rüyalarıma böyle giriyor. "O da bizi görüyordur,'' diyorum. Onu ne çok sevdiğimizi ve özlediğimizi biliyordur, mutlaka... Böyle düşünüyorum işte, o gittiğinden beri hep böyle düşünüyorum işte ben..." (Ben de!)

14 Mayıs - 4 Haziran 2007 Moda, İstanbul *Şiirler: Ingeborg Bachmann (Çeviri: Ahmet Cemal)