Ne yazacaktım ne yazdım!
İsim vermeden de olsa, yağan (bilirsiniz, abartmam!), hakikaten yağan mesajları yayınlamak istiyordum (Cumanın "Bak ne diyor hâlâ!" başlıklı yazısı)... Yüreklerden, vicdanlardan, fikirlerden, o sessiz, sinmiş, boyun eğmiş gibi görünenlerden adeta patlayan sesi duyun... Duyun da, duyduklarınıza artık inanın istiyordum! Okunsun ki, "hak, hukuk, adalet, insan hakları, insan yerine konma, aşağılanmama, hakikati arama, doğruya doğru eğriye eğri deme, yalana kapılmama, palavraya kanmama, kaba kuvvete dur deme, alçak süründürülmeme, huzur bulma, ayrım görmeme, saygı görme, mutlu olma ihtiyacı" ne kadar yaygın... Silahlı Kuvvetler'de dahi tabanda ne kadar derin ve sessizliği dahi nasıl güçlü, bilinsin istiyordum.
Yine yazarım. Tüm güçlerin, güçlülerin, siyasi, askeri, ekonomik otoritelerin, iktidarların, her gün "Cumhuriyet ve demokrasi sınavı" na sokulması gerekiyor. Samimiyet kantarına vurulması gerekiyor. Yüzlerine vurulması gerekiyor. Parti içi demokrasiye dahi inanmadan, bir kez güçlü olunca, eleştireni susturmaya, itiraz edeni sindirmeye, karşıtı fişlemeye, şişlemeye koyulan "muhafazakar demokrat" ın, "sosyal demokrat" ın ikiyüzlülüğü de... "Demokratikleşme" den bahsedip dururken, çalışanları köleleştiren, ekonomik demokrasi ve adalet sularına asla yanaşmayan; o ne kelime, suları kirleten, kurutan, yutan "liberal, serbest piyasacı" da... "Cumhuriyet" diye kafamıza her şeyi kakarken, cumhuriyet idealinin temel direkleri, "zümre hakimiyeti yıkılmış imtiyazsız toplum, fırsat eşitliği, kanun önünde eşitlik, ırk, din, mezhep, milliyet, etnisite, renk, sınıftan dolayı kimsenin ayrımcılığa maruz kalmaması, ezilmemesi" gibi ilkeleri her an çiğneyip demokrasinin çok sesli ufkunu "yandaş-karşıt" diye karartmak isteyen askerin de, sivilin de. Dipsiz Kuyu varolabildiği sürece, temel manası hep bu olacak. Kendi kendini asla susturmayacak.
Çuvaldızdan önce, iğne gerekiyor. Esas, çuvaldızı kendimize fena halde batırmak gerekiyor. Çünkü, "adam" olduğumuzu sansak dahi, "gazeteci" olamayacağız. "İyi gazeteci" zannedilsek dahi, "hakiki gazeteci" olamayacağız. Birbiriyle hangi fikri temelde ayrılırsa ayrılsın; Kimi severse sevsin; kimden nefret ederse etsin... "Gazeteciler" in, esasta mesleklerini, halka sorumluluklarını kuşatmak, taciz hatta tecavüz etmek isteyenlerin hepsine; "Genelkurmay'ın andıçı" na da, "hükümetin mıçı" na da ortak tavır koyması lazımdı. Ayrımcılık yapan sivil, askeri her zihniyete ayrımsız tepki vermesi, "fişinize de, çişinize de" diye, alayına karşı dayanışmada olması lazımdı. Yok öyle bi şey. Çünkü gazetecilik, bir kısmımız için "yanaşmalık sanatı" haline getirildi. İktidara yanaş, Genelkurmay'a yapış; birine karşı sözde yiğitlik yaparken diğeri karşısında apış. Bazen büyük maddi çıkar bazen şahsi itibar için, bazen yavşak olduğun bazen korktuğun, bazen localara bazen tribünlere oynadığın için yanaş, hazırola geç, rahatla, pompacı ol, tetikçi ol, katip ol, ulak ol, uşak ol, kurye ol. Çünkü, "Biz" diyeyim, "kerteriz" i kaybettik. Kerteriz; ne patrondur, ne devlet. Kerteriz; ne iktidardır, ne Genelkurmay. Kerteriz; ne iş dünyasıdır, ne reklam veren. Kerteriz; ne cemaattir, ne cemiyet. Kerteriz; ne menfaattir, ne korku. Kerteriz; hakikat arayışıdır, haber, yazı, fikir namusudur. İnsanın acıları, dertleri, umutlarıdır. Adalet duygusudur. Bilgidir elbette. Ama vicdandır. Sesi kısılanlardır; sesleri, sesinizi bastıranlar değil. Ne ki, kendine ayrımcılığa tavır almayan, diğer ayrımcılıklara ne laf edecek ki! Geçmişte "Andıç katibi" olan, sonra belki biraz utanan, utancı deodorantlayan yönetmen, bu kez tam tavır alabileceği günde, haberi görmüyor, okuruna ve millete, "Gazete gökdeleninde, asansöre kendinden önce binip inen meçhul birinin pis ter kokusu yüzünden panik atak geçirdiği" ni yazıyor... Binadaki tüm çalışanları adeta kafadan aşağılıyordu. Hayatta, tüm eleştirilere, tüm aşağılanmalara tahammül edebilirmiş de, birisi "ter kokusu" ondan zannederse, "o an ölebilirmiş." Sen çok yaşa e mi! Aşağılanmaya, aşağılamaya devam et; çok çok yaşa. Rol modelimiz bizim.
|