| |
Siyasetçilere siyaseti öğretmek bize mi düşer ki?
Bizim demokratik siyasetimizin "Battık batıyoruz" içerikli söylemlerini izlerken, hep annemin 1950'li yıllarda, Ankara'daki pazar alışverişinden dönüşünde kahkahalar atarak anlattığı olayı hatırlıyorum. Ankara Koleji'nin arkasında çarşamba günleri kurulan pazarda tezgahları dolaşırken, bir dilenci avuç açmış anneme... - Allah rızası için bir sadaka ver ki çocukların hasta olmasın, kocan ölmesin, senin başına kaza gelmesin, benzeri şeyler söylemiş. Annem bu dilenme tarzına sinirlenip, dilenciye çıkışmış. - Hep kötü şeyler söyleyip, felaket tellallığı yapacağına, iyi şeyler söylesen sana sadaka verirdim, demiş. Bunun üzerine dilenci öfkelenip, diklenmiş ve annemi azarlamış: - Hanım hanım... 40 yıllık mesleğimi bana mı öğreteceksin? Nasıl dilenileceğini sen mi bilirsin, ben mi bilirim? Annem bunları anlattıktan sonra, " Galiba dilenci haklıydı " diye noktalamıştı sözlerini.
İKTİDAR-MUHALEFET Aktif siyasetin sadece gözlemcisi ve yorumcusu olan biz "Dışarıdakiler", politikanın profesyonellerinin söylemlerini eleştirirken, "Seçmenden nasıl oy isteneceğini politikacılar mı yoksa biz mi biliriz" diye hiç düşünmeyiz. Daha doğrusu iktidarda iyimser, muhalefette kötümser olmanın, siyasetin doğasının gereği olduğunu pek düşünmeyiz. Aslında siyasetin gereği olan bu davranış farklılığını, işadamları daha çarpıcı biçimde yaşamazlar mı? Bir işadamını, kredi istediği banka müdürü karşısında konuşurken dinleyin. Şirketinin nasıl geliştiğini, karlılığını, yeni yatırımlara dönük planlarını anlatır. Aynı işadamı vergi denetçisi karşısında ise, piyasanın durgunluğu yüzünden sermayesini tükettiğini, karlılığın sona erdiğini ve nasıl zarar ettiğini anlatır. Bir siyasetçi aynı anda hem iktidarda hem de muhalefette olamayacağı için, ya iyimseri ya da kötümseri oynamak zorundadır. Ancak içinde bulunduğumuz son dönemde ise, roller biraz karışmış durumda. İktidar muhalefet gibi, muhalefet de iktidar gibi davranıyor ve konuşuyor.
İKTİDARDAKİ MUHALEFET Neticede iktidardaki parti, devletin de hakimidir. Bütçe de, atamalar da iktidarın elindedir. Ama AK Parti iktidarı, sanki muhalefetteymiş gibi davranıyor. Başbakan Erdoğan "Bürokratik oligarşi" den yakınıyor, "Derin devleti" halka şikayet ediyor. Ana muhalefet CHP'nin Genel Başkanı Baykal ise, adeta devleti iktidara karşı koruyor, atanmışların sözcülüğünü seçilmişlere karşı üstleniyor, hatta "Seçilmiş" olmanın her şeye yetmeyeceğini vurgulayarak, "Tayyip Erdoğan neden cumhurbaşkanı olamaz" konulu gerekçe listeleri düzenliyor. Aslında devletle siyaset arasındaki ilişkilerin alışılmışın dışında iktidar ve muhalefet arasında tartışıldığı benzer dönemi, 1950-60 arasındaki Demokrat Parti-CHP gerginliklerinde de yaşamıştık. O dönemde de "İktidarın sahibi" BayarMenderes ikilisinin liderliğindeki Demokrat Parti ve "Devletin sahibi" de muhalefette bulunan İsmet İnönü liderliğindeki CHP gibi görünürdü. Nitekim 27 Mayıs'ta askeri darbe olup, devlet siyasete el koyunca DP kapatıldı ve CHP iktidara getirildi.
SİL BAŞTAN MI? Bu anormal tablo 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile sona erdirildi. Müdahale eden devlet, CHP'yi de, AP'yi de bütün partilerle birlikte kapattı. Deniz Baykal dahil bütün seçilmişler yasaklı oldular. Anlaşıldı ki "Derin devlet" aslında siyasetin tümüyle karşısındadır. Bunu en iyi Demirel anladığı için, daha sonra 1997'deki 28 Şubat postmodern müdahalesinde devletle uyum içine girdi. Şimdi bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi sil baştan 1950'lerdeki tabloya dönmemiz ve Tayyip Erdoğan'ın Menderes, Deniz Baykal'ın da İsmet İnönü rolünü oynamaları tabii ki biraz garip kaçıyor. Ama onlara mesleklerini öğretecek halimiz de yok açıkçası.
|