Bufalo...
Asya'dan Avrupa'ya geçiyorum. İşe... Trafik fena değil. Akıyor. Derken... Zınk! Neredeyse patlatıyordum önümdekine. "Niye tıkandı aniden" demeye kalmadan, anlaşılıyor. İntihar var. Gene... Köprüye çıkmış biri. Kısa boylu. Kazaklı. Mont yok. Sakalı uzamış. Surat harita... Kederin bütün çizgileri çakıyla kazınmış adeta. Yaşını çıkaramıyorum bu yüzden... 30 desen de olur, 50 desen de. Bir eliyle tutunmuş korkuluklara, öbür eliyle derdini anlatmaya çalışıyor, bu taraftan dil döken polislere. Kaysa eli... Ya da ayağı. Gitti. 60 metre. Adettir İstanbul'da... Köprüde intihar varsa, trafik durur. Seyredecekler illa. Milim milim giderler... Ki, atlarsa, kaçırmasın. Görsün o anı. Malum, herkese nasip olmaz! Bakıyorum etrafıma... Sağımdaki otomobilde iki kişi... Sağ koltukta bir kadın. Camı indirdi. Direksiyondaki adam cep telefonunu çıkardı, basıyor şakır şakır. İstanbul hatırası bir nevi... Arkadaşlarına gösterecek. İnanmazlar yoksa. Solumda belediye otobüsü... Bir teyze, 60'ında filan. Öğreten ebeveyn olmanın gururu ile gösteriyor intiharcıyı kucağındaki küçük kıza... Torunu herhalde. 5 ya da 6 yaşında. N'apsın çocuk. El sallıyor. Bana değil. İntiharcıya. İki üç koltuk arkalarında, bir genç kız. Üniversiteli muhtemelen. Kulağında iPod. Çıkarıyor. Şöyle bir bakıyor. 56 saniye. Tekrar takıyor kulaklığını. Gömülüyor koltuğuna. Dönüyor önüne. Adam sende. Ona ne. Hiç tanımıyorum bu genç kızı. Ama bu tavrı çok iyi tanıyorum. Çocuklarımızda, kardeşlerimizde görmeye alıştığımız bir tavır... Öyle öğrettik çünkü. Elalemin derdi, seni mi gerdi? Germiyor doğal olarak. Arkamdaki, korna çalıyor. Ama öyle böyle değil. Bas bas... Bakıyorum dikize. Bana bakmıyor. Gözü intiharcıda. Ona çalıyor. Artık bilemiyorum... "Hazır ben buradayken atla" mı demek istiyor, yoksa "aman sakın birader" demek mi... Bilemiyorum. Önümdeki taksici dayanamıyor, iniyor hışımla... Bağırıyor. "Trafiği mahvettin ulan, git başka yerde geber..." Şeytan diyor, git taksiciye giriş... E haklı şeytan. Çekiyorum el frenini... Tam ineceğim. Fırsat kalmıyor. Açılıyor trafik. Gazlıyoruz mecburen. Hep beraber. Böyle bu işler çünkü... Parayla değil. Sırayla. Yerimizi yeni meraklılara, yeni meraksızlara, yeni teyzelere, yeni gençlere, yeni çocuklara, yeni taksicilere bırakmamız lazım. Seyretme sırası onlarda...
Gazeteye geldim. Soru, beynimi kemiriyor. Çınlıyor. Acaba atladı mı? Oraya telefon, buraya telefon. Öğreniyorum nihayet. Atlamamış... Şükür. Uzatmış sonunda elini, babacan bir komisere... Bu sefer ikinci soru. Kimmiş? Nedenmiş? İşsizmiş meğer. Ayakkabı boyacılığı yapıyormuş, Beyoğlu'nda falan. 33 yaşında. 3 evlat babası. Köprünün korkuluklarından önce, kredi kartına tutunmuş... Sonrası ortada. Borç. Faiz. Ayvayı yemiş. "Yetti" demiş, "yaşamak buysa, benden bu kadar..." Soyadı bende saklı. İsmini sorarsanız.... İki gözüm önüme aksın, Yaşar'mış. Yaşar.
Sonra oturdum ekran başına... Bırak, dünyayı başkaları kurtarsın. Sen, Yaşar'ı yaz. Yaşadığını zanneden öbürlerini yaz. Şöyle başla mesela... "Vahşi Batı filmlerindeki bufalolara benziyoruz artık. Yanımızdaki vurulup, düşüyor. Gözucuyla bakıp, yolumuza devam ediyoruz... Ruhsuz... Duygusuz..."
|