Yürüyüş
Hrant Dink'in öldürülmesi ve cenazesiyle ilgili yazılabileceklerden çoğu yazıldı artık. Yazılarında daha geniş bir açıyla olayları anlamaya çalışanlar Trabzon veya benzer illerin içinde bulundukları derin krize değindiler. Yoksulluk, işsizlik, umutsuzluk kıskacındaki gençlerin her an katile dönüşebileceklerini, bu hammaddeyi kullanan örgütlerin, kişilerin varlığını işlediler. Siyasetin milliyetçiliği bir nefret iklimi yaratmak için pompalayışını sorguladılar. Bir bakıma Rakel Dink'in insanın yüreğini dağlayan bir çığlık niteliğindeki konuşmasında "bir bebekten bir katil yaratan karanlığı" sorguladılar. Bu cinayetin arkasında Türkiye'de kötü ve yanlış giden pek çok şeyin izlerini bulmak mümkündü. Çoğunluğu kentte yaşayan bir nüfusun, o nüfus içindeki gençlerin ihtiyaçlarını hiç anlamaya çalışmamış bir zihniyetin eseri diye bakabilirsiniz Ogün'e ya da başkalarına. Zihinlerini körelten bir milliyetçiliği besleyip, etrafın hep düşmanlarla çevrili olduğunu sürekli haykırarak, ülkedeki şiddet eğilimini körükleyerek, tarihi bir intikam alanı diye belletir o zihniyet. O zaman da Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi geliyorum diyen bir cinayete Türkiye, daha doğrusu ülkenin emniyeti, yargısı ve siyaseti seyirci kalır.
Küfür değil kardeşlik Salı günkü cenaze ve o cenazeye katılanların simgelediği, arzuladığı gerçekleşmesi için çaba gösterdiği Türkiye kurgusu ise farklıydı. 21. yüzyılın vatandaşları olduklarını sessizlikleriyle haykıran, tarihten korkmayan, devletin suçlarını üstlenmeyen, hatta hesap sormak isteyen birbirinden farklı düşüncede inançta insanlar vardı o yürüyüşte. Yazık ki o kilometrelerce uzayan kalabalığın Türkiye'si kolayca kurulamayacak, oradaki arzular ve dilekler kolayca yerine getirilemeyecek. Bu amaçlara değer veren herkesin Türkiye'nin bu aydınlık yüzüne bakarak umutlanması doğal. Geleceğin daha parlak olmasını dileyenler bu görüntüden, sergilenen dayanışmadan, Ermeni sözcüğünün bir küfür değil kardeşlik simgesi olarak kullanılmasından sevinç duydular. İçlerini saran karanlığın dağılmaya başladığını hissettiler. Ancak bu ülkenin yakın ve uzak tarihi bu konularda umut beslenirken ihtiyatlı olunması gerektiğini gösterir.
Cenazedeki eksik isim İstanbul'da yürüyen, diğer kentlerde o yürüyüşün ruh halini paylaşan yüz binlerin sesinin duyulmaması, duyulsa da dediklerine itibar edilmemesi işten sayılmaz. Zira Türkiye'de siyaset o taleplere cevap vermekten kaçar. Türkiye'nin geçirdiği büyük, derin ve derinliği ölçüsünde travmatik değişimin ortaya çıkardığı karanlık yüze dönmeyi tercih eder. O karanlığı besler. Ülkeye korku holur. Sözler daha bir ihtiyatla, tedirginlikle dile getirilir, yazıya dökülür. Demokratik saflar sinebilir zira Türkiye siyasetçilerinin kahir ekseriyetinin o yürüyen yüz binlerle ortak paydası yoktur. Yürüyüşe katılanlar, Başbakan'ın cenazeye gelerek kendi iktidarında yoğunlaşan ırkçı söylemi ve ülkeyi şiddet sarmalına iten bu düşmanca havayı dağıtmasını boş yere beklerler. Dışişleri Bakanı kendi davet ettiği kişilere verdiği sözü tutmayarak kiliseye gitmeyince onun adına mahcup olurlar. Cumhurbaşkanı ve ana muhalefet liderini zaten beklemezler ama gazete sahiplerinin, genel yayın yönetmenlerinin cenazeye katılmasının Türkiye'deki ifade özgürlüğü mücadelesine vereceği ivme fırsatının kaçırılmasına hüzünlenirler. Her şeye rağmen insan Hrant Dink'in ölümünün yarattığı sarsıntının, gündeme getirdiği yüzleşmenin süreceğine, Rakel Hanım'ın "çutağı"nın boş yere ölmediğine inanmak istiyor. Zira böylesi daha güzel ve daha insanca.
|