New York'ta sürünmeye değer mi?
Rolling Stone'un kurucusu ve sahibi Jann S. Wenner'la sohbet ve New York macerası...
New York'ta şu sıra harika bir sonbahar yaşanıyor. Hava ne sıcak ne soğuk, limonata gibi. Şehrin her yanı yemyeşil. Her yer cıvıl cıvıl, gece hayatı renkli. Benim gibi birinin aradığı her şeyi bulacağı müzik dükkânları, gece kulüpleri var. Harika. Gözlemlerim şöyle ki: New York harika bir yer, ama artık içinde fotoğraf çeken çekik gözlü turistlerin olmadığı herhangi bir mekâna gitmek imkânsız. Blue Note'a gittim. Meşhur caz kulübü. O kadar meşhur ki artık çekik gözlü turistlerle karşılaşmadan müzik dinleyemiyorsunuz. Hiç itirazım yok, ben de turist sayılırım. Ama ne bileyim insan turist olma lüksü sadece kendisine ait olsun istiyor. Bencilce bir şey.
HER KONSER AYRI KONSEPT Nokia Theater'da Gnarls Barkley konseri izledim. Takip edenler bilir, dans aleminin en ünlü parçalarından biriyle iyi bir çıkış yaptılar. Konserde en fazla 200 kişi vardı. Kalabalık bir Babylon gecesi kadar yani. Cee-Lo ve Danger Mouse kırmızı, 10 kişilik ekip ise beyaz karate kıyafetleriyle sahneye çıktı. Şovları harika. 70'lerin Kung Fu Fighting hit'i vardır. Onun klibi gibiydi sahne. Zaten Gnarls Barkley bu tip konseptlerin grubu. Her konser ayrı bir konsept. Bir Otomatik Portakal, bir Jason Freddie'ye karşı halleri... Konserin açılışında inanılmaz bir olay oldu. Sahnede David Bowie. Nokia'nın Music Reccomenders isimli bir web sitesi hazırlığı içinde olduğunu yazmıştım geçen hafta. Bu projenin başında da David Bowie var ve her fırsatta (özellikle de Nokia Theater'da) bu siteyi tanıtıyor. Siyah takımı içinde hâlâ çok karizmatik. Yaşlılık belirtisi yok. Belki bir şarkı söyler, diye boşu boşuna bekledim. Irving Plaza diye bir yer var. Küçük bir performans salonu. Jet konseri olduğunu duyunca gittim. Kapıda kuyruk var ve New York'taki her etkinlikte olduğu gibi biletler tükenmiş. Karaborsacı siyahi kardeşlerime biletin iki katını ödedikten sonra içeri girdim. Hepsi beni çok sevdi. Sonra bir kere daha oradan geçtim. Etrafıma toplandılar, bilet satmaya çalıştılar. Muhtemelen hiç pazarlık etmediğim için.. Beni fena kazıkladılar galiba ama olsun. Kara Panterleri severim. Jet gayet vahşi çalan bir grup ve yeni gruplar giderek daha vahşi ve ham müzik yapmaya başlıyor. Aynı anda Town Hall'de Regina Spektor, Central Park'ta ise Clap Your Hands and Say Yeah konserleri vardı. Onlara gidemedim haliyle. Peki diyeceksiniz ki "Yediğin içtiğin, gittiğin konser senin olsun, gördüklerini anlat." Anlatayım. Hani böyle benim de şu an yazdığım gibi yazılar okursunuz arada basında. Yazarlar New York'u anlatır. İşin bir de hayli dramatik yanı var. New York'ta yaşamak çok zor ve burada yaşayan tanıdığım pek çok Türk gerçekten de sürünüyor. Hepsi eğitimli birinci sınıf insanlar. İşlerinde iyiler. Yedi metrekarelik bir evde iki kişi kalanı da var, evin salonunda yatan ve ayda bin 500 dolar kira veren de. Buradan bakınca "New York'ta yaşıyorum,'' demek çok fiyakalı bir şey, biliyorum. Belki her türlü zorluğa rağmen gerçekten de öyle. Ama "East Village'da oturuyorum,'' demenin bedeli, çalışma izni olmadan orada burada üç kuruşa iş kovalamak, takılmak, Çin mahallesinin en ucuz büfelerini ezberlemek, beleşe kahve olan yerlerde kahvaltı etmek ve sürekli para (parasızlık) düşünerek bir tür "Ne iş olsa yaparım abi," ruh haliyle zaman geçirmek olmamalı. Tabii bu hayattaki tek / son şansınız değilse... New York'ta bu şekilde yaşayan Türkler için sanırım oranın en iyi yanı Türkiye'ye gelmek. Çünkü burada New York maceraları (Benim de şu an yaptığım bu değil mi?) çok havalı. Cümle arasına New York sıkıştırınca bayağı kıyak biri oluyorsunuz. Ama yine de düşündüm taşındım, (tedbirsizlik yüzünden) penceresiz, dört metrekarelik bir otel odasına gecede 150 dolar veren biri olarak bu şehrin bu şartlar altında çekilmeyeceğine karar verdim.
AHMET ERTEGÜN'E NOT Peki neden New York'a gittim? Rolling Stone'un kurucusu ve halen de sahibi olan Jann S. Wenner ile görüşmeye. Meşhur odasında, büyük yuvarlak masasının başında ayaklarını altına toplayıp oturduğu sandalyeden bana müzik dünyası ve dergicilik hakkındaki fikirlerini anlattı. "İstanbul nasıl?" diye sordu. İki kez geldiğini biliyorum. "Daha kalabalık ve daha kaotik," dedim, "Her gün sokakta söylenecek ve küfür edecek bin türlü şey var. Ama hâlâ seviyoruz işte." Yakın arkadaşı Ahmet Ertegün'den bahsetti. Bizim dergilerden birini alıp ona göndermek üzere sekreterine verdi ve üzerine şu notu düştü: "Ahmet! Umarım artık beni ciddiye alırsın!" Bakalım Ertegün onu ciddiye alacak mı? NOT: Hafta sonu Ankara'daydım. Peki Ankara'ya neden gittim? Orada ne yaptım? İzlenimlerim neler? Haftaya...
|