Paris notları
Belki 40 defa geldiğim Paris'te bu kez bir gazeteci gibi dolaştım. Picasso Müzesi, St. Chapelle ve Conciergerie'de vakit geçirdim. Muhteşemdi!
Paris tıpkı benim gibi! Yaşlı ve yorgun, ama yüzünden yılların izini silmek için kılını kıpırdatmıyor. 80'li yıllarda başlattığı binaları yıkama kampanyasının üzerinden uzun yıllar akmış olduğu için, binalar kararmış yine. Her Parisli'nin bir köpeği olmalı ki, yollarda adım başı köpek pisliği var. Belki de hep öyleydi, ben ilk kez fark ediyorum. Çünkü ben Paris'e ilk gittiğimde 18 yaşındaydım. O yaşta insanın başı bulutlardadır. Pisliğe bassa bile fark etmez. O günden bu yana belki 40 kere gitmişimdir orta Avrupa'nın bu en güzel başkentine. Ama gazeteci kimliği ile hiç bakmamışım. Geçen hafta söz verdim ya okurlarıma, Paris'i anlatmaya, şehrin bir ucundan diğer ucuna yürüdüm, müzelere, galerilere, kiliselere girip vakit geçirdim. Seine Nehri'nin üzerinde dolanan teknelere bile bindim. Sokak aralarında seyredilen Paris'ten çok değişikti nehirden ördek gözüyle algıladığım şehir. Öncelikle yakında Paris'e gitmeye yeltenenleri hemen uyarayım, Champs-Elysees'den uzak dursunlar. Kalitesi düşmüş, Beyoğlu'ndan bin beter et ve kızartma kokuyor cânım bulvar. Kahvelerini birbirinden rüküş ve görgüsüz Rus, Japon ve Amerikalı turistler doldurmuş. Küstâhlıklarına, kendini beğenmişliklerine ifrit olduğum Fransız garsonların yerini, yırtık pırtık blucinli, her renk ve ırktan genç insanlar almış. Ünlü Paris kahveleri, fast foodcular ve pizzacılarla yer değiştirmiş. Bir bizim dönerciler eksik! Kendini bilen turistin, Champs-Elysees'den dört nala kaçıp, canlarını Marais taraflarına atmalarını öneririm.
AĞIZ TADININ CENNETİ Örneğin; balıkçıların, kasapların, manavların, pastacıların, sıra sıra dizildiği, rengârenk Rue Montorguell'de, çeşitli kokuları içlerine çekerek yürümelerini öneriyorum. Çünkü Paris sadece modanın değil, ağız tadının da cennetidir. Marais'nin daracık sokakları birbirinden güzel butiklerle dolu. Hangi mahallede olursa olsun, Fransızlar son modayı hemen yakalamış. Mini eteklerin altında bileğe kadar uzanan taytlar, küt burunlu ayakkabılar... Feci! Bu modayı bir de Fransızlar kadar ince olmayan Türk kadınlarının üzerinde göreceğim yakında... Acaba gittiğim yerden hiç dönmesem mi! Paris sokaklarında, yolların yüzlerce yıl öncesinden nasıl bir öngörüyle böylesine geniş tutulmuş, binalarınsa hep aynı boyda ve tarzda olduğuna şaşarak yürüyorum. Tek bir görüntü kirliliği dahi nasıl olmaz bir şehirde? Belediye başkanları, nasıl insanlardır ki hiçbir binanın üstüne kaçak kat çıkartmazlar? Hiç mi para yemez bunlar? Onlara oy veya rüşvet verenlere filan gevşetivermezler kuralları? Netice: İnanılmaz güzellikte 'insan-yapısı' bir şehir. Conciergerie'nin önüne gelmişim. Burası, Fransız İhtilali sırasında Kraliyet ailesini konuk etmiş şu ünlü hapishane. Marie Antoinette'in son duasını yaptığı hücrenin önünde duruyorum. Birden karşı duvardaki yazılar çarpıyor gözüme. Cumhuriyeti kurmak için Fransızlar, tam 2 bin 780 kişiyi idam etmiş. Ne asili paçayı kurtarabilmiş ne yazarı ne esnafı ne de köylüsü... Aynı gayeyle, 600 yıllık imparatorluğu, tek bir kişinin olsun, kanını akıtmadan ortadan kaldırmak her babayiğitin harcı değildir. Conciergerie'den öyle bir burnum havada çıkıyorum ki İstanbul'un birbiri üstüne yaslanmış eğri büğrü kaçak binaları silindi gitti kafamdan. Paris'te tarihinden hoşnut bir Türküm, güneşli bir eylül gününde. (Paris notları'nın devamı haftaya...)
|