Bir Mısırlı
Necip Mahfuz'un ölümü yalnızca bir faninin bu dünyadan ayrılması sayılmaz. İlk Arap romanının yayınlandığı 1911 yılında doğan Mahfuz, Arap dünyasının liberal döneminin son temsilcilerinden birisi, Arap dilinin sevdalı bir zenaatkarı ve çağdaş Arap romanının yaratıcısıydı. Arap dünyasının yegane gerçek halk hareketi olan Mısır'daki 1919 devriminin ürünüydü. Bu devrimin başını çeken Wafd partisine ve ilkelerine bağlıydı. 19. yüzyıldan beri Ortadoğu'yu ve Arap dünyasını sarsan modernleşme depreminden yeni sentezler çıkarmaya uğraşanlar arasındaydı. Bugünün Ortadoğu'sunun sancıları ve kendini ararken yaşadığı şiddetin ardında bu çabanın başarısızlığını da görmek mümkün. Modernleşmenin gündeme getirdiği demokrasi, liberalizm ve sosyalizm gibi özünde laik kavramların yerel dile ve yaşantıya uyarlanamaması çalkantının uzun sürmesinin nedeniydi. Bugünkü büyük karmaşadan bir sentez çıkıp çıkamayacağı, şiddetin makul bir düzene yol verip vermeyeceği ise meçhul.
Hakkında fetva verildi Mahfuz 94 yıllık yaşantısında Mısır'dan yalnızca iki kez çıkmış, günlük ritmini bozar gerekçesiyle kazandığı Nobel Ödülü'nü almaya kızlarını göndermişti. Arap aydınlanmasının bir çocuğu olarak her sokağını ve çıkmazını bildiği, sevdalısı olduğu Kahire'nin insanlarının hayatında evrensel temaları işlemişti. Siyaseten akıntıya karşı gitme cesaretini göstermiş, Enver Sedat'ın İsrail ile barışını desteklemiş, Nasır döneminin zorbalığına devlet memuru olduğu halde karşı çıkabilmişti. Kendisini öldürmeye kalkan İslamcı gencin hiç anlayamayacağı bir tavırla, Şeytan Ayetleri romanından dolayı kızdığı Salman Rüştü hakkında çıkan ölüm fetvasını kınamıştı . 1958'de yazdığı Gebelawi'nin Çocukları romanı el-Ezher tarafından dine aykırı bulunduğundan yasaklanmış, 1980'lere kadar da Mısır'da yayımlanmamıştı. O dönemde yasakla yetinliirken, radikalizmin kör öfkesinin Mısır'ı sardığı 1980'lerde Rüştü'ye destek verdiği için onun hakkında da öldürülmesi caizdir diye fetva çıkarılmıştı.
İki uygarlığın çocuğu Köyle ilgilenmeyen ve şehrin romancısı olan Mahfuz'un yapıtları bu türden ilkelliklerin çok ötesinde temalara odaklanmıştı. Başyapıtı Kahire Üçlemesi, bir ailenin üç neslinin hikayesini anlatırken Mısır'ın 1919 devriminden 1944'e kadarki dönüşümünün de tablosunu ortaya çıkarmıştı. Evinde tam bir despot, evinin dışında hayattan kâm almayı bilen Seyid Ahmed Abd-ül Cevat'ın ailesinin evrimi Mısır'daki sosyal değişimin, kadının halinin ve yükselen küçük burjuvaziyle ülkedeki siyasal mücadelelerin hikayesiydi. Aynı zamanda gündelik hayattaki iktidar ilişkilerinin, büyük değişimlerin sıradan insanların hayatına nasıl yansıdığının da öyküsüydü. . Nobel Ödülü için yazdığı konuşmada Mahfuz kendisini "Ben tarihin bir döneminde mutlu bir evlilik yapmış iki kadim uygarlığın çocuğuyum" diye tanıtmıştı. Bunlardan birincisi, yedibin yıllık olanı Firavunların uygarlığı dır; ikincisi bin dört yüz yaşında olanı, İslam uygarlığıdır. İki uygarlığın dizinde doğmuş olmak, onların sütünü emmek edebiyat ve sanatlarından beslenmek benim kaderimdi. Ardından sizin zengin ve etkileyici kültürünüzün nektarından içtim. Tüm bunların verdiği ilhamdan ve kendi korkularımdan kelimeler damıtıldı." Necip Mahfuz ile birlikte bir dönem bitti. O düşünce zenginliği, o uygarlıkları harmanlayan, yaratıcı, geniş bakış Ortadoğu'nun ufkunda artık yok. Bunu hatırlayanların da sayısı azalıyor. Belki de bu nedenle geriye dönüp baktığında şöyle yazmıştı: "Hafızanın zulmü, unuturken neyi unuttuğumuzu hatırladığımızda ortaya çıkar".
|