Saraçoğlu yalnız stat adı değil
17 yıl başkanlık yaparak Fenerbahçe tarihinde henüz yenilenememiş bir rekora sahip olan Şükrü Saraçoğlu, 100'üncü yıl kutlamalarının öncesinde saygı duruşunu hak ediyor. Hatta çok daha fazlasını... İşte Başbakanlık yılları tartışma konusu olan Şükrü Saraçoğlu
Niyetim acındırmak değil, sadece bir sırrımı paylaşmak: Yazarınız hem tatil yapıyor hem yapmıyor. Yapıyor, çünkü İstanbul'dan uzakta. Yapmıyor, çünkü ne günlük yazılarını aksatıyor ne de haftalık portrelerini. Sadece bir lüksü oluyor: Belli bir konuya yoğunlaşmak için kendine zaman yaratabiliyor. Uykusunu kısa tutmak pahasına da olsa. Bu tatilin çalışma konusu olarak "Osmanlı'nın son, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönem modernite çabaları" nı seçtim. Biraz da tatilimin Lozan Antlaşması'yla çakışmasının etkisiyle. Yerli-yabancı bir çanta dolusu kitap ve belgeyle -zevkle- boğuşmaya devam ediyorum. Şu ana kadar okuduğum, taradığım iç ve dış kaynaklı araştırmalarda bir isim, çok sık önüme çıktı: Şükrü Saraçoğlu. Haydi, bir itirafta daha bulunayım: 53 yıl önce dünyaya veda eden Saraçoğlu'nu sayfamıza konuk etmemde İzmirli olmamın, şu anda İzmir yakınlarındaki mütevazı evimde bulunmamın ve TBMM'de 26 yıl dokuz ay boyunca İzmir'i temsil eden Saraçoğlu'nun memleketi Ödemiş'in kuş uçuşu, sadece bir saat öteme düşmesinin herhalde ciddi bir etkisi bulunsa gerek. Bu kadar giriş ya da dertleşme yeter.
*** Üstadımız Hasan Pulur, dört buçuk yıl kadar önce (20 Şubat 2002) köşesinde Fenerbahçe'nin yaşayan efsanelerinden Faruk Ilgaz'a dayanarak şöyle bir anı aktarmıştı: "Şükrü Saraçoğlu ilerlemiş yaşında Fenerbahçe'nin bir maçına gelir. Elinde bastonu ve bileti vardır. Kuyruğa girer. Faruk Ilgaz yanına koşar, epey ısrardan sonra şeref tribününe çıkartır. Saraçoğlu'nun gözlerinden süzülen iki damla yaş, Fenerbahçe sevgisinin simgesidir. 'Hakkımı helal ettim,' der gibidir." Pulur'un naklettiği bu anı 1952'den veya 1953'ün başlarından olmalı. Çünkü Saraçoğlu, 17 Aralık 1953'te zatürreeden öldü. 17 yıl boyunca Fenerbahçe başkanlığı yapan Saraçoğlu, stada girmek için kuyrukta beklediği o maç gününden sadece üç yıl önce Türkiye Cumhuriyeti'nin iki numaralı ismiydi: TBMM Başkanı. Ondan önce ise Milli Şef İsmet İnönü'den sonra en güçlü lider: Başbakan. Ondan önce milli eğitim, maliye, adalet, dışişleri bakanlıklarıyla Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar uzanan bir geçmiş. Ondan önce Kurtuluş Savaşı'nın Ege cephesinde kan ve barutla yoğrulmuş yıllar. Ondan önce...
KİMİ SEVİYOR KİMİ REDDEDİYOR Biliyorum; Saraçoğlu ile ilgili düşünce, görüş ve yargılar, henüz tarihin hakemliğine bırakılmayacak kadar taze ve tartışmalı. Jakobenler ve milliyetçi sağ kanattan olanlar onu kendilerine yakın buluyor. Sol cenahtakiler reddediyor. Ortadakiler es geçiyor. Azınlıklar ise bugün bile kâbuslarının kahramanı olarak gösteriyor. Onun başbakanlığı döneminde ve onun 'icat ettiği' Varlık Vergisi'yle bir günde neleri var neleri yoksa yitirdikleri için. Ticaret ve sanayinin dümeni birkaç günde azınlıklardan Türkler'e geçtiği için. Ancak Saraçoğlu'nun yaşamını ve devlet adamı olarak icraatlarını sevgili Yılmaz Karakoyunlu'nun ünlü üçlemesinin ilk kitabı Salkım Hanım'ın Taneleri ile (diğerleri Üç Aliler Divanı ve Güz Sancısı) yeniden gündemimize soktuğu Varlık Vergisi'yle sınırlamak hem ona haksızlık olur hem de Cumhuriyet'in idealist kadrolarına. Örneğin avukatlık ve hakimlik meslek kanunu, İcra İflas Kanunu onun Adalet Bakanlığı döneminin armağanı. İmralı'nın cezaevine dönüştürülmesi de. Ceza infaz kurumları sistemimize yarı açık cezaevlerinin katılması da. Memurların emeklilik hakkını kazanmaları da. Bitmedi; pamuk sanayii onun teşvik ve önlemleriyle filizlendi. 1930'da kurulan Merkez Bankası da onun armağanı oldu. Kaderin ya da tarihin hoş armağanı: Onun kurduğu Merkez Bankası'nın başına 57 yıl sonra 1987'de torunu Rüşdü Saraçoğlu geçecekti. Ancak onlardan da önemli ve tarihi başarıları var: Genç Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması'nda öngörülen 'Mübadele'yi sonuçlandırma misyonunu ona verdi. Yunanlılar'la kurulan Mübadele Komisyonu'nda Türk heyetinin başkanlığını üstlendi ve bugün bile -haklı olarak- tartışılan bu dramatik dosyayı, iki taraftan da yüzlerce yıllık vatanlarından, topraklarından koparılmış milyonlarca insanın hiç değilse mümkün olan en az sorunla karşılıklı nakillerini sağlayacak şekilde kapattı. Ardından daha da zorlu bir sınav için seçildi: Osmanlı borçlarının tasfiyesi. Osmanlı'dan kalan borçlar, Lozan görüşmelerinin en çetin bölümünü oluşturmuştu. Türkiye bu borçları ödemeyi kabul etmişti. Ama bir şartla: Adil paylaştırılırsa. İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti, uzun tartışmalardan sonra iki ilkeyi kabul ettirdi: Borçların sadece ana parası ödenecekti ve o da Osmanlı'dan doğan devletlerin gelirlerine, zenginlik kaynaklarına göre dağıtılacaktı. Ayrıca Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan'a borçlar toplamdan düşülecekti. Bunlar, Osmanlı'yı I. Dünya Savaşı'na sürükleyen ülkelerdi. O nedenle sözkonusu dört devlete olan borçları, savaşın galipleri onlardan tahsil edecekti. Türk heyeti bu koşullara "Evet," dedirttikten sonra kalan Osmanlı borçlarının yüzde 65'ini ödemeye razı oldu. Tam ödemenin başladığı 1929 yılında 'Büyük Ekonomik Bunalım' patlak vermesin mi? İlk taksitten sonrası getirilemedi ve alacaklılara yeniden müzakere çağrısı yapıldı. 1932'te Paris'te toplanıldı. Bir yıl süren o yorucu görüşmelerde Türk heyetine başkanlık görevi Saraçoğlu'na verildi. Pazarlıkta iki aşamalı strateji izledi: Önce borçta yeni indirim talep etti. Karşılıklı bağırış-çağırışlardan sonra 106 milyon altın sterlinden 78 milyona düşürüldü. Ardından borçların ödeneceği paranın cinsi konusunda tartışmalar başladı. Alacaklılar "Ya altın, ya sterlin," diye direniyordu, Saracoğlu ise "Ya Türk Lirası, ya Fransız Frankı," arasında tercih yapmalarını istiyordu. Sonunda alacaklılar "Pes," ettiler, Fransız Frankı'nı kabullendiler. Ve kaybettiler! Çünkü, Saraçoğlu'nun tahmin ettiği gibi kısa süre sonra Fransız Frankı peş peşe birkaç kez devalüe edildi ve Türkiye'nin borcu epey eridi. Saraçoğlu "Bir nokta daha var," dedi, "erken ödeme gücüne kavuşursak, onda da indirim isteriz." "Tamam," dediler. O imkâna 1944'te kavuşuldu. Onun başbakanlığı döneminde. Hem de II. Dünya Savaşı'nın kıt imkânlarına rağmen. Ve 1944'te alınan 10 yıl erken ödeme kararının takviminde öngörüldüğü gibi, 1954'te son taksit ödendi. Böylece 1854'teki Kırım Savaşı'yla başlayan Osmanlı borçları sorunu tam 100 yıl sonra tarihe karıştı. Ne yazık ki Saraçoğlu, son taksidin de temizlenmesine yetişemedi. Bir yıl önce dünyadan ayrılmıştı. 1887 doğumlu, ilk ve orta okulu Ödemiş'te, liseyi İzmir İdadisi'nde, yüksek öğrenimini ise İstanbul'daki Mekteb-i Mülkiye'de (Siyasal Bilgiler Fakültesi) üstün başarılarla bitiren, maiyet memurluğu, matematik öğretmenliği ve okul müdürlüğünden sonra devlet bursuyla 1914 başında Belçika'ya gönderilen, I. Dünya Savaşı patlak verince İzmir'e dönen, ertesi yıl yine devlet tarafından Cenevre'deki Siyasal Bilimler Akademisi'ne gönderilen, İsviçre'de kaldığı dört yıl boyunca hem çok parlak bir öğrenci hem de iyi bir örgütçü olarak adından söz ettiren, İzmir'in işgal edildiğini duyunca bir İtalyan gemisine kaçak binip yurda dönen ve Kuşadası, Aydın, Nazilli'de Kuvay-ı Milliye hareketini örgütleyen Saraçoğlu'nun siyasal yaşamının en tartışılan bölümünü başbakanlık yılları oluşturuyor.
HÜKÜMETLERE İMZA ATTI O iki hükümete adını verdi: İlki 1942 yazında. 9 Temmuz 1942'de Başbakan Refik Saydam'ın ölümü üstüne, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından aynı gün yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi. Cumhuriyet'in bu 13. hükümeti 1943'teki seçimlere kadar işbaşında kaldı. İnönü, seçimlerin ardından 9 Mart 1943'te görevi yine Saraçoğlu'na verdi. İkinci hükümeti de 1946 seçimlerinin hemen ertesine, 7 Ağustos 1946'ya kadar sürdü. İlk kez çok partinin katıldığı seçimlerden sonra sağlığını gerekçe göstererek görev almadı. Sade milletvekili olarak kaldı. Sonra 1948- 1950 arasında TBMM Başkanlığı yaptı. Aslında bir hayli başarılı olan (kıtlığı, yokluğu ortadan kaldırdı, İngiltere'yle ilişkileri düzeltti) Saraçoğlu'nun başbakanlık yıllarının siyaset bilimcileri, akademisyenler ve tarihçiler arasında yoğun tartışmalara neden olmasının iki nedeni var. Birincisi, ilk hükümetinin programını Meclis'te okurken, siyasal ve sosyal çizgisini anlattığı o ünlü cümleler: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en azından) o kadar vicdan ve kültür meselesidir." İkincisi ise Varlık Vergisi. Onu da ikinci hükümetinin programında açıkladı. Saraçoğlu, yurtdışında veya yabancılarla kusursuz Fransızca konuşurdu, Ankara'da mükemmel bir İstanbul Türkçesi'ni, memleketi Ödemiş'te ise Ege'nin o özel şivesini. Bu sonuncusuna Varlık Vergisi yıllarından bir örnek verelim: Ödemiş Mal Müdürü, vergiyi biraz yüksek salınca, ilçe halkı, heyet oluşturup Ankara'ya gönderdi. Başbakan Saraçoğlu hemşerilerini makamında kabul etti ve sormaya başladı. Gerisini ABD üniversitelerinde Türk dili ve tarihi profesörü olarak görev yapan H. B. Paksoy'un Şükrü Saraçoğlu'ndan Anılar kitabından aynen aktaralım: - Ülen, Yanbastı Rafet, sana gac para attila? - İşte efe, beni 200 bin banganot attila. - Ne? Ülen sen 200 bin banganotluk adam mısın? Vah vah, çok üzüldüm gari. Ülen Katirci, seni ne attila? - Beni 300 bin. Muhittin Hoca, seni? - Beni 400 bin. Saraçoğlu zile basıp, özel kalem müdürüne emreder: - Çabuk beni Ödemiş Mal Müdürü'nü bul telefona. Bizim hemşerilere, efelere gari çok vergi atmiş namıssız herif. Beni onunna bir yol gorişcem. Heyet memnun. Hemşerileri, çocukluk ve mahalle arkadaşları Başvekil, yardımlarına koşuyor. Vergileri inecek. Çaylar, kahveler içilip sohbet edilirken, Ödemiş mal müdürü bulunur. Saraçoğlu: - Alooo, müdür bek. Ödemiş'ten hiyet geldi. Bunnara kaçar lira vergi attin, bi yol listeyi çıkar da oku bakem. Saraçoğlu bir süre dinler, sonra hayretle bağırır: - Ne? Yanbasti Rafet 200 bin mi? Ülen müdür bek, biz seni oreye akilli adam deyi gönderivedik. Hiç Yanbasti Rafet'e 200 bin vergi atilir mi? Sil onu, 500 bin yaz. Yanbastı Rafet atılır: - Ulen abey, elin ayani öpem. Biz seni adam sayip geldik, sen bizi öldürcen mi? Saraçoğlu ısrar eder: - Yaz ülen Yanbasti'ya 500 bin, müdür bek. Sonra Muhittin Hoca'ya döner: - Ülen Hoca, sana gaç banganot yazmişti? - Yok gari, sen bene de gazik atçesin. Deyivermecem. Ben gidiyon. - Ülen gel! -Yok, yok, benim bi derdim yoğ. - Ne söyleniyon Hoca? - Heç, ananin gulayini çinlediveriyom.
*** Ödemişli saraç Mehmet Tevfik Efendi'nin oğlu Şükrü Saraçoğlu'nda öyle bir Cumhuriyet sevdası, ciddiyeti, sorumluluğu, ahlakı ve namusu vardı.
|