Lübnan'da kaybeden demokrasi
İsrail ve Hizbullah arasındaki kanlı mücadele, Lübnan'ı milim milim, tuğla tuğla yok ediyor. Yanlış anlamayın, sözünü ettiğim Güney Beyrut ve de ülkenin İsrail'le sınır bölgesindeki hava bombardımanının yarattığı devasa yıkıntı tablosu değil. Ölen siviller, ülkesini terk etmeye çalışan 600 bin kişi, yerle bir olan hastaneler, havaalanları, köprülerden de söz etmiyorum. Bütün bunlar acıklı. Ama daha da acıklı olan, Lübnan'ın, Arap dünyasındaki tek demokrasinin lime lime oluşunu seyretmek. 11 Eylül sonrası ABD hükümeti, "Bu böyle gitmeyecek" diyerek Arap ve Müslüman coğrafyasındaki çarpıklığa son vereceğini, bundan sonra diktatörlükler, kapalı rejimler ve baskı yerine, demokrasiyi hakim kılmak için elinden geleni yapacağını açıkladı. Alkışladık, çünkü biz de Müslüman ve Arapların demokrasiye layık olduğunu, herkesin özgür yaşamı hak ettiğini, ancak bu sayede güvenlik ve refahın yeryüzünde hakim olacağını düşünüyorduk. ABD Başkanı George Bush'un 2004 NATO zirvesinde Ortaköy Cami fonunda yaptığı konuşma, azılı Bush düşmanlarını bile yüreklendirdi. ABD samimiyse, buna kimin itirazı olabilirdi? Çıkıp etrafta boş boş dolanan Statükocular gibi "Yapmayın, etmeyin, istikrar bozulur!" ya da "Biz bile zor öğrendik, Arap nasıl yapsın?" diyecek halimiz yoktu. İnsanlar, hür ve eşit yaratılmışsa, hepsinin şeffaf ve açık rejimlerde yaşamak, şiir yazmak, şarkı söylemek, büfe açmak, uydu anteninde porno seyretmek hakkı olmalıydı. Tabii Amerikalıların Saddam sonrası Irak'ta bu kadar beceriksiz olabileceklerini, kitaptaki her hatayı deneyerek 2003 yılında % 85'le "Yine de Saddam'ın gitmesi iyi oldu" diyen ülkeyi kısa zamanda bir tımarhaneye dönüştürebileceklerini düşünememiştik. Statükocular heyecanlanıyordu: "Biz demiştik: İstikrar bozmaya, Araplar azdırmaya gelmez." Kulak tıkayıp Churchill'in haklı olmasını umduk: "Amerikalılar hep doğru yapar; ancak 50 hatayı denedikten sonra." Tam o sırada "Diktatörleri muhafaza edelim" cephesi, taktiksel bir hata yaptı ve Lübnan Başbakanı Rıfat Hariri öldürüldü. Lübnan şahlandı. Milyonlar "Suriye işgaline son!" diye günlerce meydanları doldurdular. Ortadoğu'da, Arap coğrafyasında ilk kez demokrasi güneşi doğdu. Suriye çekilmek zorunda kaldı. "Gün gelir, gün gelir, zorbalar kalmaz gider" diye mırıldandı yavaş yavaş sesini yükselten Arap demokratlar. Ardından çekingen "demokrasi ateşi" Suudi köşe yazılarında, Kuveyt sokaklarında, uyduyla yayın yapan dijital kanallarda belirmeye başladı. Irak'ta şiddet ve teröre rağmen demokrasi egzersizleri başladı. Seçimler yapıldı, Meclis çalıştı. Bahreyn'de yaşasın, belediye meclisi seçimleri, MCB kanalında "Big Brother"ın Arap versiyonu çıktı. Dünyanın her yerinde Müslümanlar internette, televizyonda, kahvehanelerde yüksek sesle tartışmaya başladılar. Ancak Irak ve Filistin'de İslamcılar iktidara gelince, "Demokrasi" cephesi afalladı. Dağıldı. Cılız sesler "Yahu ilk deneme! Demokratik sabır Hamas'ı da yener" dese de Washington'un demokrasiye güveni sarsıldı. Mübarek, Kaddafi yeniden "in" oldu. Diktatörlere, "istikrar" sözcüğünün büyüsüne yeniden kapılmaya başladı Batı. İşte bu noktada Lübnan'ın önemi, Arap coğrafyasında demokrasinin hakim olabileceğini göstermekti. Lübnan, 11 Eylül sonrası ABD politikasının en parlak örneğiydi. Başarı öyküsüydü. Şimdi bombardıman altında inlerken, can çekişerek son nefesini veren Arap demokrasisi. Lübnan hava bombardımanıyla 20 yıl geriye gitti. Hizbullah yükseliyor. Suriye, İran yeniden hakim. Bu ülke bir daha zor toparlar. Gömülen, 300 ceset değil, Arapların özgür yaşam idealleri... Ve demokrasi macerası burada bitmiş gözüküyor, sayın seyirciler. "Kazanan kim oldu?" derseniz kazanan (İsrail'in yardımıyla) Ahmedinecat, Hizbullah, Mübarek, Esad, Baas Partisi ve ülkesini dilsiz, ruhsuz, seçimsiz bırakan Arap diktatörleri oldu, derim. Gün onların günü. Onlar oturacak Washington'la masaya; onlar dizginleyecek sivil toplum örgütlerini, İslamcıları, rejim karşıtı, rejim muhalifi, sakıncalı ve sakıncasız, sağa veya sola bakanları. Artık kimsenin demokrasi iştahı kalmadı. Benim gibi üç beş romantik dışında.
|