|
|
|
|
|
Onun sesine ihtiyaç var
|
|
Özdemir Erdoğan, sanatçının sadece şarkı söylemediğini, davranışlarıyla da örnek olduğunu gösterdi... Oysa şimdi hastalığı nedeniyle gitarına bile dokunamıyor.
Başka dünyalara yolculuğun kılavuzu
Bizleri kutsal kitaplarda anlatılan diyarlara ya da âlemlere götürmeye başaran Özdemir Erdoğan, sağlık nedenleriyle bir süredir suskun... Bu sessizliği, ona ne denli ihtiyacımız olduğunu bize burnumuzu sürttüre sürttüre kavratıyor.
Anlatması güç bir şey bu. Ben gönül mihrabıma kurulan sanatçıları cisim değil, imge olarak algılarım. Örneğin, Frank Sinatra'yı dinlerken, hayvanat bahçesinden kaçmış ve orman, cangıl niyetine büyük bir kentin ışıklı caddelerinde öfkeyle koşan bir kaplan gelir gözümün önüne... Jacques Brel benim için kendini anlatmaya çalışmaktan vazgeçecek kadar bezgin düşmüş ve Cuma'sı bile olmayan bir ıssız adanın düşlerini kuran yorgun mu yorgun Robenson Cruseo'dur. Charles Aznavour, bazen sürekli derinleşen bir uçurumun öte yakasından, bazen giderek uzaklaşan bir trenin penceresinden el sallayan -bir daha kavuşamayacağımı hissettiğim- bir dost. Demis Roussos önemini ancak yitirdikten sonra kavramaya başladığımız değerleri Ege kıyılarındaki mağaralarda, kovuklarda gizleyen bir fok. Münir Nurettin Selçuk, Itri'den Dede Efendi'ye kadar nice ezgi kaşifinin başka dünyalardan getirdiği kutsal emanetlerin son bekçisi. Tüm bu imgelere ve de simgelere en azından kendimi inandırabileceğim, makul yanıtlar bulabiliyorum. Ama sayfamızın bu haftaki konuğu Özdemir Erdoğan'a gelince, ıııh. Neden bilmiyorum, Sigmund Freud ekolünden bir psikiyatristin kapısını çalmadıkça da asla bilemeyeceğim sonucuna vardığım duyuların, duyguların ve imajların bombardımanına uğruyorum. Hepsinin ortak öğesi yalnızlık. Hem de başdöndürücü, amansız, iflah ettirmeyen, sadece hüzün değil sızı da veren bir yalnızlık: İslamiyet'in yayılma çağında Pakistan, Hindistan üstünden Uzakdoğu'ya ulaşmaya çalışan tebliğciler gibi. Ya da iki bin küsur yıl önce sayılarını kendilerinin bile çıkaramadıkları kadar çok tanrıya tapan Roma İmparatorluğu halkına ışığı göstermek için Anadolu ve Trakya'yı tek başına karış karış dolaşan Aziz Paul gibi. Hanların namelerini bir an önce adreslerine teslim etmek için Orta Asya'nın sonsuz kurak ve ıssız steplerinde sadece zamanla değil, ölümle de yarışan ulaklar gibi... (Tuhaf; farklı versiyonda da olsa buna yakın çağrışımlar bir de Peter Gabriel'i dinlerken de üşüşüyor beynime. İkisi arasında ortak bir şey var mı; mutlaka araştırmalıyım.) 'ÇATLAK BİR SES O' Ancak -yukarıda belirttiğim gibi- bir gün bir psikiyatristin divanına uzanırsam, bu imgelerin kaynağını bulmak ya da sırrını çözmek için yönelteceği sorulara hazırlıklı olmak niyetiyle kendime uyguladığım sorgularda tek ipucuna ulaşabildim: Aykırılık! Çılgın kalabalığa karıştığında bile gizlenemeyen, hemen kendini belli eden çatlak ses... Gerçekten bir 'çatlak ses' o. Deyimin içerdiği tüm anlamlarıyla... Yalın haliyle başlamamız gerekirse, onun hançeresinden yükselen ilk nağmeler kulağınıza ulaştığında hiçbir duygunuzu harekete geçirmeyen, dahası "Ben de şarkı söyleyebilirim," cesareti veren renksiz, kokusuz, özelliksiz bir sesi dinliyormuş izlenimine kapılabilirsiniz. Tıpkı atmosferin ürkütücü yalnızlığında yol tutan bir uçağın motorlarının insana tekdüze gelen mırıltısı veya hırıltısı gibi. Ama biraz geçince, parçanın ortasına yaklaşınca, 'fark'ı sezmemek ve çarpılmamak, sarsılmamak da imkânsız. Tıpkı o ürkütücü boşlukta türbülansa düşen uçak gibi. 'Çatlak ses' deyiminin ikinci anlamına, yani onun sanat dünyasında 'ayrık otu' muamelesi görmesine yol açan meydan okumalarına gelince... Zeki Müren'den Tarkan'a, İbrahim Tatlıses'ten Tarabya şarkıcılarına kadar nice baş tacının aslında sahte elmaslarla bezendiğini söylemeye getirdiği çıkışlarını anımsamak, herhalde yeterli olur.
Bu kadar edebiyat parçalaması yeter diyelim ve hayatını şöyle bir harmanlayalım. İnternet sitesinde özetlediği biyografisinde, 17 Haziran 1940 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldiğini söylüyor. "Annem Batı Klasik Müziği piyanisti, dayım keman ve piyano çalan klasik müzik sanatçısıydı," diyor. Ya babası? Satır aralarından sızdığı kadarıyla, epeyce otoriter, "Müzik karın doyurmaz," inancında olan ve 'Adam gibi' bir eğitim görmesi için tüm gücünü ve yetkisini kullanan bir aile reisi. Karşı gelmek kimin haddine? Nitekim bu otorite Özdemir Erdoğan'a orta öğretimin sonuna kadar dediğini yaptırttı, onun ticaret lisesinden mezun olmasını sağladı. Aklı-fikri gizli gizli tıngırtadarak epeyce ilerlettiği gitarında kalan, muhasebe kayıtları tutmak yerine her fırsatta nota kâğıtlarıyla haşır neşir olan bir delikanlı için dayanması güç bir eza olsa gerek. Neyse... Onu Güneydoğu'da öğretmen olarak yaptığı askerlik hizmetinden sonra o dönemde Türkiye genelinde nüfusu sağdan da soldan da saysan birkaç kişiyi geçmeyecek caz çılgınları kulübü üyeleri arasında buluyoruz. Geçenlerde yitirdiğimiz Arif Mardin, İsmet Sıral, Emin Fındıkoğlu, Süheyl Denizci, Nejat Cendeli, Erol Pekcan gibi genç yaşta bileğinin hakkıyla bir yerlere gelmiş isimlerin arasında. Tam da düşlediği ortamda. Sonra İsmet Sıral Orkestrası'yla İsveç'te piştiği yıllar... 1968 güzünde o orkestranın dağılmasıyla bugün bile bir araya getirmesi güç isimlerle kendi grubunu kurması: Günnur Perin (bas), Ayhan Yünkuş (piyano), Atakan Ünüvar (tenor saks, flüt), Fatih Erkoç (trambon ve flüt), Uğur Dikmen (klavyeli çalgılar), Onno Tunç (bas). Ya Özdemir Erdoğan? Elbette gitar. 1970'lerin ortasına kadar sürdü bu birliktelik ve Erdoğan'ın 1973'te hazırladığı Jazz LP epey yankı yaptı. Ama Türkiye'de değil, o müziğin beşiği ABD'de. O dönemde dünyanın önemli caz otoriteleri arasında sayılan Willies Connover, "Dikkate değer bir çalışma," diye övdüğü bu uzunçaları Amerika'nın Sesi Radyosu'nda birçok kez dinlettirdi.
1970'lerin ortasından itibaren Özdemir Erdoğan başka ufuklara yelken açmaya başladı. Ya da başka ummanlara. O ummanlarla da onu okyanuslara götürdü. Hangi birini sayalım ki... Gitarına türkü söyletmesini mi, artık sadece TRT'nin - yasak savmak kabilinden programlarına almaya devam ettiği - Türk müziğine (asla 'Türk Sanat Müziği' kavramını kullanmıyor; çünkü müziğin zaten sanat olduğunu belirtiyor) ikinci baharını yaşatmasını mı, 'hafif' diye nitelenen pop müziğe ağırbaşlılık ve saygınlık kazandırmasını mı, etnik müziklerden büyüleyici bir mozaik yaratmasını mı? Yoksa ilk gözağrısına sevdası depreştiğinde özgün caz denemeleriyle (başta kanun olmak üzere Türk Sanat Müziği, ayyy affedersiniz Türk Müziği sazlarını da işin içine kattı), yukarıda sözünü ettiğim Peter Gabriel'e bile parmak ısırtmasını mı? Uzun sözün kısası, felsefesinin hakkını her zaman fazlasıyla verdi, 'Şarkıları yaşatmak' için müzik cerrahlığına soyundu. Çünkü var oluş nedeniydi bu. Şöyle diyordu: "Melodiler doğduklarında aynen çocuklar gibi saf ve günahsızdırlar. Ve hepsi kişiliklerini 12 adet notanın çeşitli biçimlerde kullanılmasıyla bulurlar. Dünyanın en sevilen melodileri nasıl geri kalmış ülkelerde kötü taklitler ve yanlış yorumlar sonucu dinlenemez hale geliyorlarsa, bazı çevrelerin şu ya da bu isimle küçümsediği, dışladığı, lanetlediği melodiler de dikkatle, özenle ve sevecen bir çalışmayla bütün insanlık ailesinin müzik repertuvarındaki yerlerini alabilir. Çağdaş insan; müzik eserinin üzerindeki giysiler ne kadar yöresel, geleneksel, hatta hırpani olursa olsun, içindekinin evrensel boyutlarını düşünebilen insandır. Ben sizlere bunun basit örneklerini veriyorum. Dinlemeniz ve düşünmeniz için. Gerçek sanatçının, maddi bakımdan başarıya ulaşması ve bu başarıyı sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü maddi değerleri üretmek ve işletmek, sanatçılıkla çatışan başka bir ciddi uğraştır. Bir başarıya ulaşmak ve beğenilmek isteği, her insanın vazgeçemeyeceği bir duygudur. Kazanılan ödüllerin sonucu, sanatçıyı farkında olmadan bir başka yol kavşağına getirir. Ya şöhretin sağladığı maddi değerlerle uğraşacak ya da bu değerlerden vazgeçerek sanatıyla uğraşacaktır. Ve gerçek sanatçı her defasında sanatının getirdiği ganimetleri elinin tersiyle itecek ve tekrar, yeniden başlayacaktır." Kendi ifadesiyle 'Sanatın getirdiği ganimetler'den vazgeçmeyi hep, her zaman göze aldığı için çok satan, satış rekorları kıran albümlerinin (İkinci Bahar, Gitarıma Türkü Öğrettim O Söyledi Ben Dinledim, Nostaljik Şarkılar, Düşünceli Şarkılar, Türk Müziği Yorumları, Yorumcu ve daha niceleri...) kazancını gözünü bile kırpmadan, satmayacağını bile bile, olağandışı kaliteli yapımlara yatırdı. 'Çocuklar kadar saf ve günahsız melodilere' kişilik kazandırmak için... (İnanması zor ama o imbikten süzülmüş çok özel ve üstün sevk sahiplerine seslenen o CD bile 60 binin üstünde sattı.) Önceliği para değil, 'Saf ve günahsız' melodileri büyütmek, olgunlaştırmak olduğu ve sözcüklerle anlatılamayacak kadar sigara ve alkol düşmanı olduğu için, sahnede asla sululuk yapmadı, yaptırmadı. Yarım yüzyıla yaklaşan sanat yaşamında bir kez bile 'istek parçası' çalmadı, söylemedi. Zaten onu başka âlemlerde yolculuğa çıkarak dinleyen, karşılarında veya önlerinde sadece bir sanatçının değil, aynı zamanda bir düşünürün de bulunduğunu bilen gerçek hayranları da istekte bulunmayı akıllarının ucundan bile geçirmediler. Sözün bittiği noktaya geldik. Bundan sonra ne eklesem laf-ı güzaf. Hatta haddimi aşmak. Özel yaşama girmek benim defterimde yazmadığına, Özdemir Erdoğan da sürmekte olan tedavisi nedeniyle gitarının tellerine dokunamayacağına, dokunsa bile bir süre için insanların kulaklarına fısıldayan sesiyle eşlik edemeyeceğine göre, en iyisi onu 'gerçekten' tanımış ve anlamış olanları ya da onunla dünyaya bakışları değişenleri buyur etmek...
'RÜYA GİBİ BİR YAZDI' "Özdemir Erdoğan'ın Gitarıma Türkü Öğrettim, O Söyledi Sen Dinledim CD'si, beni yıllar öncesine, 1971 yazına götürdü. İzmir'de Fuar. Fuar'da, nur içinde yatsın, Saffet'in Mogambo'su. Dev palmiyelerin yaprakları imbatın usul usul esmesi ile serin serin hışırdıyor. Palmiyelerin altında bir adam... Elinde gitarıyla tek başına: Özdemir Erdoğan. Nasıl çalıyor, nasıl söylüyor... Kenarda biz, Ahmet, Doğan, Selami ve ben, nasıl kendimizden geçip dinliyoruz her gece bıkmadan usanmadan. Modern Folk Üçlüsüyüz biz. Fuar boyu Özdemir'le birlikteyiz Saffet'in yerinde. Ne güzel bir yazdı o. Hani şairin anlattığı gibi: 'Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle her anını, her rengini, her şiirini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle. Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan.' Bir uzak hatırayı nasıl özletti bana Özdemir'in öpülesi elleri..." (Hıncal Uluç, SABAH) "Hınzır gülümsemesi, tel çerçevelerin ardına saklamaya çalıştığı muzip bakışları ve taammüden işlediği suçlarını anlatırken tutamayıp attığı çıngıraklı kahkahaları, insana önce haylaz bir oğlan çocuğu ile karşı karşıya olduğunu düşündürtse de laf müziğe gelince işin rengi değişiyor. Sesinin tınısına ömrünü müziğe adayanların çilesi siniyor. Sahnede devleşmiyor. Fısıldayarak söylediği şarkılarına başladığı an ortada ne sahne kalıyor ne şarkıcı. İkisi birbirine geçiyor, bütünleşiyor. Ve içiniz nereden estiğini bilmediğiniz rüzgârla ürperiyor. Sesinden rüzgâr geçen şarkıcı o." (Figen Batur, Hürriyet) "Epeyce yıpranmış olan kabından plağı çıkardım, eski bir alışkanlıkla elimi yüzeyine değdirmemeye çalışarak kenarlarından tuttum, pikaba yerleştirdim ve yine eski bir alışkanlıkla, iğneyi dinlemek istediğim şarkının başladığı çizgiye koydum. Çıtırdayarak dönmeye başladı: 'Nasıl oldu anlamadık tanıştık birdenbire, nedenini sorma boş yere...' Anılar bir film karesi gibi beliriveriyor, o anlara ait duygular dalgalar halinde yayılmaya başlıyor, ruhun hazine sandığı açılıyor. Plak çıtırdayarak dönüyor pikapta ve yıllar önce yaşadığım aşk acısını kendi acısıymış gibi hisseden ve beni aynı yerde yaşadığımızı sonradan öğrendiğim Özdemir Erdoğan'ın evine götürüp uzaktan da olsa şarkılarını dinlettiren -sahil kasabasındaki- yaşlı balıkçıyı düşünüyorum. Hayat, hep birilerini özlemek demekti belki de kimbilir. Ve her şeye rağmen güzeldi: 'Bu ateş ki gönlüne düşmemiş olan varsa / Yaşadım der mi bin yıl yaşasa / Sevgi yüceltir kişiyi, ruhuna can verir / Sonunda ıstırap, çile de olsa.' (Kiraz Kurdaş, Digimedya)
- Hazır mısınız? - Evet. - Kemanın akordu tamam mı? - Evet. - Başlayalım öyleyse... Fa, la, re mi... - Hayır. Bugün farklı bir parçayı çalacağız. - Hayrola, hangisi? - Siz de hazır mısınız? - Elbette. - Başlayalım öyleyse: Türk muziği çalıp söyleyeceğiz. Uşşak dörtlüsü ve buselik beşlisinden oluşan makamdan. - Beyati mi? - Elbette. - Haydi: Benzemez kimse sana / Tavrına hayran olayım.
Özdemir Erdoğan'ın nekahat dönemi sonrası ilk konserini iple çekiyorum.
|
|
|
|
|
|
|
|
|