Karar
Gündelik gelişmeler ve iç politika hesaplarıyla yapısal zorunluluklar bir kez daha çatışıyor. Türkiye ile AB arasında yaşanan ve giderek vehameti artan sıkıntıların bir nedeni bu. Bugünkü konjonktürde hem AB'nin Türkiye'ye, hem Türkiye'nin AB'ye olan gereksinimi ortada. Türkiye'nin bir kez daha siyasi ve güvenlik konularında AB ile işbirliğini kesmesi Birlik açısından vahim bir gelişme olur. AB çıpasını kaybetmiş bir Türkiye'nin ise istikrarını muhafaza etmesi hayli güçleşir. İç politika kaygıları, yalnızca attığı bazı adımlarla seçim yatırımı yaptığı izlenimi veren Başbakan Erdoğan'a veya hükümetine özgü değil. AB üyesi ülkelerde de benzer bir eğilim var. Ancak bunun ötesinde her iki tarafta da mevcut olan ancak Türkiye'de daha bariz şekilde ortaya çıkan bir ilişki yönetimi ve siyaset üslubu sorunu da mevcut. Türkiye'nin başmüzakerecisinin işini pek ciddiye almamasından kaynaklanan zaaflar giderek ilişkilerdeki zorlukların kangren haline gelmesinin sebebi de oluyor.
AB'nin 'damar sertliği' var Sabah gazetesi okur temsilcisi Yavuz Baydar, The New Anatolian gazetesinde ilişkilerin felce uğradığını vurguladığı yazıda AB'nin durumunu bir alıntıyla özetliyor. Center for European Reform (Avrupa'da Reform Merkezi) adlı kuruluşun baş ekonomisti Katinka Barysch'in çizdiği çerçevede "Türkiye nihayet üyeliğe doğru yaklaşırken AB bitkin, lidersiz ve bir bakıma ağırlayıcı değil ". Üstelik Birlik'teki bu damar sertliği ve kriz hali yeni üye olmuş ülkeleri de etkiliyor. Cuma günü başlayan zirve toplantısında Doğu Avrupa ülkeleri hâlâ gerçek üye muamelesi görmediklerinden şikayetçi oldu. Birlik, anayasa konusuna bulaşmadı. Hazmetme kapasitesi konusunda anlaşmazlık çıktı. Sonuçta görünen o ki AB hemen tüm önemli kararlarını 2007 yılının ikinci yarısına veya 2008 yılına erteledi. Barrosso'nun son söylediklerinden sonra belli ki AB'nin müzakerelere başladığı Türkiye'nin üyeliğiyle ilgili ortak bir siyasi irade oluşturması da 2008 sonrasındaki toparlanma döneminde gerçekleşecek
Ortak çıkarlar iyi tartılmalı Kıbrıs konusunda AB'nin siyaseten ve ahlaken kabul edilemeyecek bir tavır içinde olduğu aşikâr. Bu saatten sonra Türkiye'de kimse Annan Planı'nın gerisine düşecek bir Kıbrıs çözümünü kabul etmeyecektir. Bu durumda aralık ayında müzakerelerin kopmasına yol açacak bir gelişmenin engellenmesi için karşılıklı çaba ve yaratıcılık gerekir. O zaman Türkiye'nin kendisine, AB sürecini çıkarlarına uygun bulup bulmadığı sorusunu sorarak cevaplaması gerekecek. Bu soruyu en başta da iktidar partisinin cevaplaması lazım gelir. Bugünkü milliyetçi-muhafazakâr rüzgârlara göre yelken açıp 'AB olmazsa da olur' dediği taktirde kendisine hangi alanda siyaset yapma imkânı kalacağını, ekonomiyi nasıl yöneteceğini, topluma nasıl güven aşılayacağını iyice tartmalıdır. Eğer toplum ve siyaset bu işi sürdürme yanlısıysa yapılması gerekenlerin neler olduğu açık. İçeride reformların devam etmesi, iç politikadaki üslubun dış politikaya taşınmasından vazgeçilmesi, Türkiye'nin iletişimi konusuna daha fazla kafa yorulması ve kaynak ayrılması. Reformların devam etmesi konusunda bu hükümetin çok güven telkin ettiği söylenemez. Halbuki dönüşümünü tamamlamış bir Türkiye giderek artan ekonomik, coğrafi ve toplumsal stratejik değeriyle AB'nin reddetmeye cüret edemeyeceği bir üye olacaktır. İlişkilerin hayli can sıkıcı bir noktaya geldiği şu sırada en çok ihtiyaç duyulan şeyler, reformlara inanç, kendi değerine güven ve diplomatik beceridir.
|